Fransa’da bitmeyen hükümet krizi ve Avrupa’nın çalkantılı geleceği

Bugün yaşananlar, kıtanın geleceğini belirleyecek daha büyük krizlerin yalnızca habercisi. Avrupa’da ya işçi ve emekçilerin mücadelesi yeni bir yönelim geliştirecek ve bu çoklu krizlere son verecek ya da kıta istikrarsızlıklar ve kaoslar sarmalında giderek daha derin krizlere sürüklenecek.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 11 Eylül 2025
  • saat-icon
  • 08:00

Macron göreve geldikten bu yana dört başbakan eskitti, 10 Eylül’de beşincisini atadı. 8 Eylül’de yapılan güvenoyunda hüsrana uğrayınca istifa etmek zorunda kalan François Bayrou’nun yerine Savunma Bakanı Sébastien Lecornu’yu başbakan olarak atandı. Ancak bu atama siyasi istikrarsızlığı çözmek yerine daha da derinleştirdi. Lecornu göreve gelir gelmez yüz binlerce kişi sokaklara döküldü. Ülke çapında 80 binden fazla polis ve jandarma teyakkuz haline geçirildi. Kamu emekçilerinin de destek verdiği gösteriler, “Her Şeyi Durdur” adlı sol ittifakın çağrısıyla önümüzdeki günlerde de devam edecek.

Teamüllere göre en fazla sandalyesi olan partinin hükümeti kurmakla görevlendirilmesi gerekirken, Macron’un savunma bakanını doğrudan başbakanlığa ataması, “demokratik işleyişin” bir kez daha çiğnenmesi olarak yorumlanıyor. Üstelik yeni hükümetin güven oylamasına sunulması da ertelenerek Lecornu’nun eski kabineyle yola devam etmesi sağlanmaya çalışılıyor. Bu durum, sokağın öfkesini daha da büyütüyor.

Fransa’nın bu tablosu, Avrupa genelinde yaşanan büyük dönüşümün yansımalarından biridir. Uzun süredir “kriz yönetimi” ile övünen hükümetler artık kriz üretir hale geldi. 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ partilerin elde ettiği tarihi yükseliş, kıta siyasetinde köklü bir kırılmaya yol açtı. Aradan geçen bir yılın ardından tablo, bunun gelip geçici bir dalga olmadığını gösteriyor.

Merkez partiler hızla eriyor; yıllardır dayatılan kemer sıkma politikalarına karşı toplumun öfkesi büyüyor. Avrupa Birliği’nin kurumsal yapıları ise hem siyasette hem ekonomide giderek kırılganlaşıyor. Fransa’dan Almanya’ya, Belçika’dan Hollanda’ya kadar ülkeler farklı biçimlerde bu istikrarsızlığı yaşıyor. Tetikleyici nedenler tüm ülkelerde aynı: “sosyal devletin” çökertilmesi, temsil krizinin derinleşmesi ve emekçilerin yoksullaşması.

Almanya ile birlikte Avrupa’nın “motor gücü” sayılan Fransa, bugün istikrarsızlığın kıskancında bulunuyor. 2017’de reform vaatleriyle iktidara gelen Macron’un mirası; kemer sıkma paketleri, emeklilik yaşını yükselten düzenlemeler ve hiç dinmeyen sokak protestoları oldu.

Bayrou hükümetinin 43,8 milyar avroluk kesinti öngören bütçe tasarısı, yalnızca sokakta değil, parlamentoda da büyük tepki çekti. 577 sandalyeli Ulusal Meclis’te 364 milletvekilinin ret oyu hükümeti düşürdü. Böylece Macron, bir yıl içinde üçüncü, göreve geldiğinden bu yana ise beşinci kez yeni bir başbakan atamak zorunda kaldı.

Sürekli değişen hükümetler, Fransa’yı İtalya’daki “koalisyon mezarlığı”na dönüştürmekle kalmıyor; Marine Le Pen’in aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi’ni (Rassemblement National – RN) iktidara taşıyacak zemini de hazırlıyor. Son anketler, RN’nin olası bir seçimde en güçlü aktör olacağını gösteriyor. Bu yalnızca iç siyaset değil, Fransa’nın uluslararası konumlanışı açısından da kritik bir kırılmaya işaret ediyor.

Almanya’da da benzer bir tablo var. Son bir yılda yüz binlerce kişi sokaklara çıkarak aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisine karşı yürüdü. Parti hakkında yasaklama tartışmaları sürse de AfD hâlen ülkenin ikinci büyük partisi konumunda. Bu durum, merkez partilerinin meşruiyet kaybının Almanya’da da derinleştiğini gösteriyor.

Belçika’da ise geçtiğimiz yıl başbakanın istifası, ülkedeki koalisyon krizini daha da ağırlaştırdı. Zaten parçalı olan siyasal yapı, neredeyse sürekli seçim havasında işliyor. Brüksel’in kendi içindeki bu istikrarsızlığı, AB’nin ortak karar üretememesi olarak tüm kıtaya ihraç ediliyor.

Filistin ve Batı’nın “değerler” çıkmazı

Kasım 2023 seçimlerinde Hollanda’da Geert Wilders’in aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) birinci parti oldu. Ancak bu zafer, Hollanda’ya istikrar değil, derinleşen kriz getirdi. Wilders başbakan olamazken ülke uzun süre geçici hükümetle yönetildi.

Ağustos 2025’te ise önemli bir gelişme yaşandı. Dışişleri Bakanı Caspar Veldkamp, İsrail’e yönelik yaptırımların engellenmesi üzerine görevinden istifa etti. Ardından Yeni Sosyal Sözleşme Partisi’nden (NSC) sekiz bakan ve devlet sekreteri hükümetten ayrıldı. Bu toplu istifalar, geçici kabineyi fiilen felç etti. Hollanda’nın “koalisyon geleneği”, bu kez hükümet üretmek yerine siyasi kaos üretti.

7 Ekim sonrası İsrail’in Filistin’de AB ve ABD desteğiyle gerçekleştirdiği soykırım, Avrupa’nın “demokratik ortak değerler” söylemini yerle bir etti.

İspanya, Belçika ve Fransa gibi ülkeler Filistin’i tanımaya hazırlandıklarını iddia ediyorlar. Madrid hükümeti, isteksizce de olsa, İsrail’e karşı tam kapsamlı silah ambargosu ilan etti. Paris ve Brüksel BM Genel Kurulu’nda Filistin’in tanınması için girişimlerini duyurdu.

Ancak Macaristan ve Çekya gibi ülkeler soykırımcı İsrail yanlısı tutumlarıyla Birlik içindeki çatlağı büyütüyor. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in yaptırım mekanizmalarına yanaşmaması, AB’nin ortak dış politika üretemediğini bir kez daha ortaya koyuyor.

ABD ile yeni ticaret anlaşması

ABD ile yapılan yeni ticaret anlaşması, Avrupa’nın diğer tartışmalı gündemlerinden biri olarak öne çıkıyor. Trump’ın dayattığı tarifeler kısmen geri çekilmiş olsa da ortaya çıkan tablo AB açısından ağır. Birlik, ABD’den 750 milyar dolarlık enerji ve yakıt alacağı yönünde garanti vermek zorunda kaldı.

“Rusya’ya bağımlılığı sona erdirme” iddiası, Washington’a bağımlılığın kurumsallaşmasına dönüştü. Çelik ve alüminyum sektörlerinde yüzde 50’lik tarifeler korunuyor; Alman sanayisi ve Fransız üreticileri tepki gösteriyor. Tarım lobileri de Brüksel’in kendi çıkarlarını savunamadığını söylüyor. Macron’un yıllardır savunduğu “Avrupa’nın stratejik özerkliği” fikri ise boş bir slogana dönüşmüş durumda.

Sonuç olarak; Fransa’daki hükümet krizinden Hollanda’daki toplu bakan istifalarına, Almanya’da AfD’nin yükselişinden ABD’ye bağımlı ticaret rejimine kadar tüm gelişmeler, “21. yüzyılda Avrupa hangi rolü oynayacak?” sorusunu öne çıkartıyor.

Merkez partilerin çöküşü ve kemer sıkma politikaları, aşırı sağın iktidar kapısını zorlamasına yol açıyor. Dış politikada Filistin meselesi, Batı’nın değerler söylemini paramparça etti. ABD ile yapılan ticaret anlaşması ise Avrupa’nın “özerklik” iddiasını fiilen ortadan kaldırıyor.

Bugün yaşananlar, kıtanın geleceğini belirleyecek daha büyük krizlerin yalnızca habercisi. Avrupa’da ya işçi ve emekçilerin mücadelesi yeni bir yönelim geliştirecek ve bu çoklu krizlere son verecek ya da kıta istikrarsızlıklar ve kaoslar sarmalında giderek daha derin krizlere sürüklenecek. İki emperyalist paylaşım savaşa başlatan Almanya, Fransa ile birlikte bu kez AB’yi de peşinden sürükleyerek üçüncü dünya savaşına, yani insanlığın felaketine yol açabilecek hamleler yapmaya devam ediyor.