“Çalınan devrimden”, çürüyen cumhuriyete:

Nepal’in isyanı!

Nepal işçi sınıfı, emekçi kitleleri ve gençliği, iktidarı hedeflemeyen hiçbir çözümün kalıcı olmayacağını kendi deneyimleriyle görüp, öğrenecektir. Gerçek kurtuluşun ancak kapitalizmin tasfiyesiyle, üretim araçlarının kamulaştırılmasıyla ve işçi sınıfının iktidara gelmesiyle mümkün olacağını, mücadele içinde daha net anlayacaklardır.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 17 Eylül 2025
  • saat-icon
  • 21:30

Nepal’de Eylül 2025’te patlak veren büyük isyanın görünen nedeni, hükümetin sosyal medya platformlarını kapatma kararıydı. Bu karar, özellikle gençlik olmak üzere geniş emekçi kitleler arasında bir öfke patlamasını tetikledi. Ancak bu isyan, yalnızca sosyal medya platformlarının yasaklanmasına değil, Nepal egemen sınıfının yıllardır uyguladığı sömürü politikalarına karşı biriken öfkenin, bastırılmış umutların ve hayal kırıklıklarının toplu bir patlamasıydı. Bu büyük patlamanın gerisinde tarihsel, sınıfsal, ekonomik ve toplumsal nedenler yatıyordu.

***

Nepal, 1990 yılında gerçekleşen büyük bir halk hareketi sonucunda mutlak monarşiden anayasal monarşiye geçmişti. Ancak bu geçiş, halkın umduğu “köklü” değişimi getirmedi. Kralın yetkileri büyük oranda korunurken, sistemin yapısal krizleri devletin meşruiyetini tüketmişti. Egemen sınıflar tarafından yönetilen merkezi devlet, emekçi halkı yoksulluk ve baskı altında tutmaya devam etti. Kırsal bölgelerde sefalet hakimdi. Toprakların çoğu feodal beylerin elindeydi, köylüler ya topraksızdı ya da borç içinde yarıcılık yapıyordu. Devletin varlığı, bu bölgelerde sadece vergi tahsildarları ve baskı aygıtlarıyla hissediliyordu. Etnik ayrımcılık, kast sistemi ve ataerkil yapılar halkı çok yönlü bir dışlanma döngüsüne hapsetmişti. Kadınlar, gençler, etnik azınlıklar ve işçi sınıfı, bu çürümüş yapının yükünü taşımak zorunda bırakılıyordu.    

Bu derin sınıf ayrımları ve eşitsizlikler, devrimi sadece mümkün değil, aynı zamanda kaçınılmaz hale getirmişti. 1996 yılında başlayan silahlı isyan, bu koşulların dolaysız bir sonucuydu. Nepal Komünist Partisi (Maoist), bu mücadeleyi başlattığında sadece monarşiyi yıkmayı hedeflemiyordu. Asıl amaç, feodal toprak düzenine son vermek, kadınların özgürlüğünü sağlamak, etnik gruplar arasında eşitliği kurmak ve sonunda sosyalist bir Nepal inşa etmekti. Bu amaçlarla başlatılan silahlı mücadele, özellikle kırsal bölgelerde halktan büyük destek gördü. “Yeni Demokratik Devrim” sloganıyla yürütülen mücadele on yıl sürdü ve Nepal’in siyasi yapısında köklü değişimlerin önünü açtı.

2006 yılına gelindiğinde, on yıl süren savaş sonucunda Maoistler sadece silahlı mücadeleyle değil, kurdukları halk kurumları, alternatif yönetim yapıları ve eşitlikçi söylemleriyle de önemli bir siyasi meşruiyet kazanmıştı. Aynı yıl, bir dizi faktörün birleşik etkisi sonucunda, devlet ile Maoistler arasında bir barış anlaşması imzalandı. Kral Gyanendra’nın tüm yetkileri elinden alındı, geçici bir hükümet kuruldu ve Maoistler yasal siyasete katıldı. Bu barış süreci, müzakere yoluyla da olsa “adil bir düzen” kurulabileceğine dair umut ve inanç yarattı. 2008’de monarşinin resmen kaldırılması ve Cumhuriyet’in ilan edilmesi, bu umudu daha da güçlendirmişti.

Boşa çıkmış devrim vaadi

2008 yılında yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde Maoistler birinci parti oldu. Bu sonuç, sadece silahlı mücadelenin değil, aynı zamanda halkın desteğinin de bir zaferiydi. Cumhuriyetin ilanı, yüz binlerce insanın yıllardır hayalini kurduğu devrimin gerçekleştiği anlamına geliyordu. Ancak bu zaferin hemen ardından yaşanan gelişmeler, devrim ile sistem içinde yapılan reformlar arasındaki farkı acı bir şekilde gösterdi. Kısa sürede halk mahkemeleri kapatıldı, özyönetim yapıları dağıtıldı ve merkezi devlet yeniden kırsal bölgelerde kontrolü ele geçirdi. Devrimin vaat ettiği katılımcı ve halkçı yapılar, yerini eski bürokratik düzene bıraktı. Madhesi, Tharu, Janajati gibi etnik grupların bölgesel özerklik ve ana dil talepleri ise ya göz ardı edildi ye da bastırıldı.

Toprak reformu hayata geçirilmedi, küçük çiftçilere toprak verilmezken, feodal beyler büyük mülklerin sahibi olarak kaldı. Ülke, neoliberal politikalara teslim oldu, kamu hizmetleri özelleştirildi. Kırsal bölgelerdeki halk temel hizmetlerden yoksun kalırken, kentlerde işsizlik ve geçim sıkıntısı kronikleşti. Gençler için göç, tek çıkış yolu haline geldi. Halk savaşıyla başlayan devrimci süreç, zamanla sistem içi bir reform dalgasına dönüşerek potansiyelini büyük ölçüde yitirdi. Bu durum, halk kitlelerinde “devrimin çalındığı” duygusunu pekiştirdi. 1996’da savaşa destek veren milyonlarca yoksul, 15 yıl sonra yalnızca isim değiştirmiş bir burjuva iktidarının yükselişine tanıklık etti.

Olayların seyri, devrim ile reform arasındaki çizginin ne denli belirleyici olduğunu birkez daha gösterdi. “Yeni Demokratik Devrim” ve silahlı mücadelenin yarattığı toplumsal enerji, barış masasında sistemle uzlaşılarak tüketilmişti. Oysa 2006’daki barış anlaşması ve 2008’de cumhuriyetin ilanı sırasında işçi ve emekçi kitleler bambaşka bir gelecek hayal etmişti. Ancak geçen yıllar içinde bu hayaller yerini hayal kırıklığına ve öfkeye bıraktı. Maoist hareketin liderleri, özellikle Pushpa Kamal Dahal (Prachanda), halk savaşının sonunda kazandıkları meşruiyeti mevcut sisteme entegre olmak ve hükümette yer almak amacıyla kullandı.

Yoksul halk kesimleri, bu “yeni liderler”in de zamanla zenginleştiğini ve ayrıcalıklı konumlara geçtiğini gördü. Parti içinde bölünmeler arttı, Maoist hareket birçok fraksiyona ayrıldı ve halkın duyduğu güven büyük ölçüde boşa çıkarıldı. Böylece, halkın umut bağladığı ve yüz binlerce kişinin destek verdiği “Yeni Demokratik Devrim” projesi, burjuva devlet yapısının sınırları içinde eritilerek etkisiz hale getirildi.

Bastırılmış sınıfsal öfke patlaması

2025’te patlak veren büyük isyan, bu tarihsel hayal kırıklığının ve yıllar boyunca biriken öfke ile umutsuzluğun kitlesel bir dışavurumudur. Sokaklara dökülen emekçi halk, yalnızca sosyal medya yasaklarına değil, çürümüş burjuva cumhuriyete, boşa çıkmış devrim vaatlerine ve “çalınmış devrim” umutlarına karşı da ayağa kalktı. Eylül 2025’te Nepal, tarihinin belki de en geniş tabanlı halk isyanlarından biriyle sarsıldı. Yıllardır biriken sınıfsal çelişkiler, sınıflar arası sosyal uçurum, emekçilerin ve yoksulların gündelik yaşamda maruz kaldığı baskı, yoksulluk ve adaletsizlik, Nepal hükümetinin 26 sosyal medya platformunu kapatma kararıyla fitili ateşlenen bir isyana dönüştü.

***

Nepal’in mevcut kapitalist yapısı, yıllardır işçi sınıfının, kent yoksullarının ve kırsaldaki köylülerin temel sorunlarını çözmek bir yana, daha da ağırlaştırdı. Özelleştirme politikaları, altyapı yetersizlikleri, eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlere erişimin sınırlı olması ve artan hayat pahalılığı, halkın gündelik yaşamını çekilmez hale getirdi. Bir yanda sefalet içinde yaşam mücadelesi veren milyonlar, diğer yanda lüks içinde yaşayan sermayedar bir azınlık… Bu sınıfsal uçurum, halkın devlete ve sisteme olan güvenini neredeyse yok etti. Bugün Nepal’de yaşanan isyan, neoliberal yıkım politikalarına, burjuva demokrasisinin göstermelik temsiline ve sermaye düzeninin halk üzerindeki baskı aygıtlarına karşı bir uyanışın ifadesi oldu.

Nepal halkı bu patlamaya uzun süredir hazırlanıyordu. 2006’daki Maoist isyanın ardından gelen büyük halk hareketi, 2008’de monarşinin kaldırılmasıyla sonuçlanmıştı. Ancak o tarihten bu yana kurulan 14 hükümetin hiçbiri halkın yaşam koşullarını iyileştiremedi. Hükümetler ve tüm partiler emekçiler nezdinde itibarını kaybetti. Monarşinin kaldırılması bir ilerleme gibi görünse de yoksul halk kitlelerinin perişanlık içindeki yaşamı devam etti. Ezici bir yoksulluk, sınıflar arası derinleşen sosyal uçurum, toplumsal yaşamın her alanını kesen eşitsizlik, hak ve özgürlüklerden yoksunluk ve sistematik yolsuzluk tablosu, Nepal’i Marks’ın ifadeleriyle “bir kutupta servet birikirken, diğer kutupta sefalet, acı, cehalet ve yozlaşmanın biriktiği” bir ülke haline getirdi.

Bu durum, özellikle gençler için bardağı taşıran son damla oldu. Biriken öfke sonunda patladı. Protestocular, federal parlamentoyu, Yüksek Mahkeme’yi, siyasi parti merkezlerini ve üst düzey siyasetçilerin evlerini ateşe verdi. İşsiz, eğitime erişimi kısıtlı, sosyal haklardan yoksun ve geleceği elinden alınmış gençlik, isyanın hem öncüsü hem de yön vereni haline geldi. Yağma ve kör şiddete mesafe koyarak, mücadeleyi adalet, özgürlük ve sistem değişikliği talepleriyle şekillendirdiler. Bu da isyanın sadece bir öfke patlaması değil, aynı zamanda belli sınırlar içinde “sınıfsal bilince” dayalı olduğunu da gösterdi. Cumhuriyet kılıfı içindeki sermaye diktatörlüğünün aracı olan devlet ve hükümet binalarının ateşe verilmesi bunun yansıması olarak görülebilir.

Devlet, zor ve şiddet aygıtını harekete geçirdi

İsyan başladığı andan itibaren devletin cevabı baskı ve şiddet oldu. Polis güçleri yalnızca tazyikli su ve gaz bombaları değil, gerçek mermiler de kullandı. 8-9 Eylül günlerinde yaşanan çatışmalarda 50’yi aşkın kişi hayatını kaybederken, yüzlercesi yaralandı. Fakat bu kanlı müdahaleler de halkın öfkesini bastıramadı. Göstericiler yalnızca sokaklarda direnmekle kalmadı, aynı zamanda sermaye düzeninin sembollerini doğrudan hedef alamaya başladı. “Neta chor, desh chod!” (Hırsız siyasetçiler, ülkeyi terk edin!) sloganlarıyla halk, yıllardır bastırılmış olan sınıfsal kinini açığa vurdu.

Ordu sokaklara indi, sokağa çıkma yasakları ilan edildi, protestocular “anarşist” ilan edilerek itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Ancak tüm bu baskılara rağmen sistemin meşruiyeti hızla çözüldü. Hükümetin baskı ve şiddeti, halk kitlelerini durdurmak bir yana, isyanı daha da büyüttü. Parlamento binasından Yüksek Mahkeme’ye, vergi dairelerinden bakanların lüks konutlarına kadar birçok devlet kurumu ve siyasetçiye ait mülk ve villalar ateşe verildi. Toplumsal baskının doruk noktasında tavizler verilmeye başlandı. Hükümetin içinden art arda istifalar geldi, Başbakan da istifa etmek zorunda kaldı, sosyal medya yasağı kaldırıldı. Soruşturma komisyonu kuruldu, kurbanların ailelerine yardım sözü verildi vb… Ama tüm bu tavizler halkı durduramadı.

Nepal halkını ne bekliyor?

Nepal’deki isyanda parlamento, mahkeme ve siyasetçilerin evlerinin yakılması, kitlelerin bu düzeni artık meşru görmediğini ortaya koydu. Emekçi kitlelerin ortaya koyduğu mücadele enerjisi ve gücü, örgütlü ve bilinçli bir devrimci öncülüğe sahip olmadığı sürece ya bastırılır ya da reform vaatleriyle soğutulur. Şimdiden yapılmakta olan da budur. Ayağa kalkan kitleler itidale çağrılırken, düzenin bekçileri dört bir koldan isyanı denetim altına almak ve düzeni onarabilmek için seferber oldular.

Asıl görev şimdi başlamıştır. Nepal işçi sınıfı, emekçi kitleleri ve gençliği, iktidarı hedeflemeyen hiçbir çözümün kalıcı olmayacağını kendi deneyimleriyle görüp, öğrenecektir. Gerçek kurtuluşun ancak kapitalizmin tasfiyesiyle, üretim araçlarının kamulaştırılmasıyla ve işçi sınıfının iktidara gelmesiyle mümkün olacağını, mücadele içinde daha net anlayacaklardır. Harekete geçen kitlelerin enerjisini zafere taşıyacak bilinç ve örgütlülük olmadığı sürece, yoksulluk yolsuzluk ve eşitsizlik yalnızca başka yüzlerle devam edecektir.