Hollanda’da 29 Ekim 2025’te yapılan genel seçimler, Avrupa’daki siyasal çürümenin yeni bir perdesini araladı.
Açıklanan sonuçlara göre, bazılarına göre “sol liberal”, bazılarına göre “liberal-demokrat”, bazılarına göre ise “sosyal liberal” çizgideki D66 (Demokratlar 66) partisi, Rob Jetten liderliğinde beklenmedik bir başarı elde etti. D66, parlamentodaki 150 sandalyeden 26’sını kazandı. Geert Wilders’in radikal sağcı Özgürlük Partisi (PVV) de aynı sayıda sandalye elde etti, ancak D66 oy farkıyla önde olduğu için seçimlerin galibi ilan edildi ve hükümeti kurma önceliğini kazandı.
Bu tablo, yüzeyde “merkezin dönüşü” olarak okunuyor. Ancak perde arkasında, sistemin kendi krizini yeniden dengelemeye dönük bir hamle söz konusu. Sermaye sınıfı, son yıllarda ardı ardına gelen hükümet krizleri, koalisyon çöküşleri ve toplumsal tepkiler karşısında en azından bir süreliğine “istikrar” arayışına girdi. D66, Hristiyan Demokrat Parti (CDA), Yeşil Sol – İşçi Partisi ittifakı (GL–PvdA) ve liberal VVD’nin desteğiyle kurulabilecek bir “merkez koalisyonu”, sermaye çevrelerinin arayışına “geçici yanıtı” olarak görülüyor. Yine de tablo, yüzeydeki istikrar görüntüsünün altında ciddi bir toplumsal ve ideolojik çözülmeyi gizliyor. Zira D66’nın sandalye sayısı bakımından PVV ile başa baş kalması, aşırı sağda kayda değer bir gerileme anlamına gelmiyor. Wilders’in partisi 2023’teki 37 sandalyeden 26’sını koruyabildi, buna karşılık diğer aşırı sağ partiler JA21 (Doğru Yanıt 2021) ve FvD (Demokrasi Forumu) oylarını artırarak toplam blok gücünü büyük ölçüde sabit tuttu.
Başka bir deyişle, aşırı sağ zayıflamadı, yalnızca bölünerek yeniden biçimlendi. Bu tablo, Avrupa genelinde gözlenen eğilimin Hollanda’daki yansıması oldu: Sistem, krizi doğrudan aşamıyor, fakat kriz dinamiklerini “merkez” ve “sağ” arasında yeniden paylaştırarak idare etmeye çalışıyor. D66’nın “başarısı”, sermaye açısından nefes aldırıcı bir gelişme olarak yorumlansa da bu “zafer”in siyasal ve toplumsal düzeyde kalıcı bir istikrar getirmesi olası görünmüyor.
Jetten’in “merkezde uzlaşma” söylemi, kapitalist sistemin krizini ideolojik düzlemde yeniden paketleme çabasından ibaret. Zira 14 yıllık Rutte dönemi boyunca kurulan tüm koalisyonlar, “göçmen karşıtlığı” ve “güvenlik” siyaseti üzerinden varlık göstermişti; şimdi aynı siyasetin “ılımlı” versiyonu, topluma “istikrar” vaadi olarak sunuluyor.
Hollanda işçi ve emekçileri son yıllarda defalarca bu vaatlerin sonuçsuz kaldığını deneyimledi. Konut krizi, sağlık sistemindeki bozulma ve gelir dağılımındaki eşitsizlik, yalnızca iktisadi değil, siyasal meşruiyet krizinin de kaynağı haline geldi.
Buna rağmen siyaset sahnesi hala göç, kültür ve “ulusal kimlik” başlıklarına sıkışmış durumda. Bu, sermayenin kendi ekonomik krizini emekçi sınıflar arasında kültürel fay hatları yaratarak yönetme biçimidir.
Avrupa’nın genelinde olduğu gibi Hollanda’da da siyaset, toplumsal taleplerin temsilinden çok krizin yönetimine indirgenmiş durumda.
Bugün kurulacak her hükümet, bir “kriz yönetimi komitesi” olmaktan öteye geçemeyecek. Koalisyon olasılıklarının tümü, farklı partiler arasındaki ideolojik yakınlıktan değil, sistemin kendisini sürdürebilme refleksinden doğuyor.
Sermaye düzeni, artık toplumsal rıza üretemediği için “merkez”i bir istikrar vitrini olarak yeniden sahneye sürüyor. Ancak bu merkez, gerçek bir siyasal yön değil, bir ara formdur: Sermayenin krizini zamana yaymak için üretilmiş geçici dengenin aracıdır.
Avrupa’da gerçekleştirilen her seçim, kapitalist düzenin yapısal tıkanmasının yeni bir ifadesi olmaktadır. Fransa’da iki yılda beş başbakanın havlu atması, Almanya’da erken seçimlerin gündeme gelmesi, İtalya’da aşırı sağın “yeni normal” haline gelmesi, hepsi aynı sürecin farklı tezahürleridir. Hollanda’daki seçimler de bu zincirin bir halkasıdır. D66’nın seçim başarısı, lanse edildiği gibi kapitalizmin krizine merhem olacak bir dönüşüm değil, “demokratik bir yeniden doğuş” hiç değil. Yalnızca krizi yönetmek üzere göreve çağrılan yeni bir teknik kadronun ifadesidir. Sermaye sınıfı, “merkez”i yeniden tahkim ederek aşırı sağın toplumsal tepkisini denetim altında tutmayı umuyor. Ancak bu dengenin uzun ömürlü olması beklenmiyor. Çünkü ne D66’nın ne de olası merkez koalisyonların emekçilerin temel sorunlarına gerçek çözümler bulması mümkün. Zaten böyle bir dertleri de bulunmuyor. Barınma, sağlık ve işsizlik gibi yakıcı sorunlar çözülemediği, düzen sınırlarını aşan gerçek bir sol alternatif toplumsal sahnede yerini alamadığı sürece, krizin toplumsal basıncı yeniden aşırı sağın kapısını çalacaktır.
Hollanda sermayesi şimdilik, “bir sonraki seçime kadar” ülkeyi taşıyabilecek bir hükümet umuduna tutunarak memnuniyet pozları veriyor. Evdeki hesap bu. Ama çarşıya uyar mı, onu zaman gösterecek. Zira kapitalist düzenin bugünkü “istikrar”ı, yalnızca biriken çelişkilerin bir sonraki patlamasına kadar sürecek bir ara dönemden ibaret…