Japonya’daki seçimler üzerine

Japonya’da da artık popülist sağ bir gerçekliktir. Ekonomik krizlerin, siyasal istikrarsızlıkların ve kitlesel güvensizliklerin yön verdiği bir çağda, bu tür hareketlerin yükselişi sürpriz değil.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 01 Ağustos 2025
  • saat-icon
  • 19:00

20 Temmuz 2025’te Japonya’da parlamento seçimleri yapıldı. 3-20 Temmuz tarihleri arasında sürdürülen seçim kampanyalarının sonuçları 20 temmuzda sandığa yansıdı.

Japonya’da siyasi sistem, “Alt” ve “Üst” olmak üzere iki meclisten oluşuyor. Alt Meclis (Shūgiin) ve Üst Meclis (Sangiin) olmak üzere iki kanattan oluşan parlamentonun üst kanadı olan Sangiin, 248 üyeden oluşuyor.

Bu üyeler altı yıllık süreyle görev yapıyor; ancak her üç yılda bir meclisin yarısı, yani 124 sandalye halkoyuna sunuluyor. Böylece üst meclis seçimleri hem “sürekliliği koruma” ve hem de siyasi eğilimlerdeki değişimleri düzenli olarak gözlemleme imkanı sağlıyor.  

20 Temmuz’da gerçekleştirilen son üst meclis seçimleri, bu düzenli ritmin ötesinde önemli bir kırılmaya sahne oldu.

Seçimlerde aşırı sağcı Sanseito Partisi’nin 14 sandalye kazanarak meclisteki etkisini ciddi biçimde artırması, ülkenin siyasal ekseninde belirgin bir kayma olarak değerlendirildi.  

Bu parti, üç yıl önce (2022 seçimlerinde) mecliste ilk kez tek bir sandalye elde etmişti. Bugün gelinen noktada, Japon siyasetini etkileme potansiyeline sahip bir aktör konumuna yükseldi.

Seçimlerin bir diğer çarpıcı sonucu ise, uzun süredir iktidarda olan Liberal Demokrat Parti (LDP) ile koalisyon ortağı Komeito’nun meclisteki çoğunluğu yitirmesi oldu.

Böylece 1955’ten bu yana ilk kez hem alt hem de üst mecliste LDP’nin azınlık konumuna düşmesi, Japon siyasetinde alışıldık güç dengesinin parçalandığına işaret ediyor.

Sistemin krizi, popülizmin yükselişi

LDP lideri ve Başbakan Shigeru Ishiba, üst meclisteki kayba rağmen görevini sürdüreceğini ilan etti. Ancak LDP’nin 1950’lerden bu yana kurduğu “istikrar” mekanizması, artık Japon işçi-emekçilerinden geçer oy alamıyor.

Özellikle pandemi sonrası artan ekonomik belirsizlik, gençler arasında artan işsizlik, doğum oranlarındaki dramatik düşüş ve hayat pahalılığı, geleneksel partilere olan inancı zedeledi. Seçmen, “yeni” ve “farklı” olanı arıyor.

Sanseito’nun çıkışı da tam bu boşlukta şekillendi. 2020 yılında Covid-19 pandemisinin başlangıcında kurulan parti, kısa sürede radikal söylemleriyle dikkat çekti.

Aşı karşıtı, maske kullanımını reddeden açıklamalarıyla, düzen karşıtı öfkeyi sağ ideolojik bir hatta topladı. Zamanla bu çizgiyi daha açık ırkçı bir milliyetçilikle ve küreselleşme karşıtı retorikle birleştirdi.

“Önce Japonya!”

Trumpçı retoriği taklit eden Sanseito’nun lideri Sohei Kamiya, Donald Trump’ın “Amerika’yı yeniden büyük yap!” ve “Önce Amerika!” sloganlarından açıkça esinlenen bir siyaset izliyor.

Kamuoyuna “Japonya’nın Trump’ı” olarak sunulan Kamiya, alışılmış siyasetçi kalıplarının ötesinde doğrudan, kışkırtıcı ve duygulara hitap eden bir üslup kullanıyor.

“Önce Japonya” sloganı ise, yalnızca bir kampanya mesajı değil; aynı zamanda partinin ideolojik çizgisini tanımlayan bir çerçeve.

Sanseito, Japon devletinin yalnızca Japon halkına hizmet etmesi gerektiğini savunuyor. Göçmen karşıtlığı, ırkçılık ve kadın haklarına düşmanlık bu partinin üzerinde yükseldiği ana temayı oluşturuyor. Kamiya'nın, kadınların daha az çalışarak daha çok çocuk doğurması gerektiğini savunması, kadınların özgürlüğü ve eşitliği alanında bu partinin gerici-faşist bir cepheyi temsil ettiğini gösteriyor.

Parti ayrıca “küresel elitlerin” ve “gölge finans baronlarının” Japon halkı üzerinde komplo kurduğunu öne sürerek, uluslararası düzenin içeriden bir eleştirisini değil, paranoyak bir dışlayıcılığını inşa ediyor.

Bu yönüyle Sanseito, Almanya’daki AfD, Fransa’daki Ulusal Cephe ve İngiltere’deki Reform UK gibi Batı’daki popülist, ırkçı-faşist hareketlerle ideolojik paralellik taşıyor.

Dijital popülizm

Sanseito’nun seçim başarısında, “dijital medya stratejilerinin” de belirleyici rol oynadığı söyleniyor. Geleneksel medya kanallarından uzak duran parti, mesajlarını YouTube üzerinden doğrudan seçmenlere ulaştırmasıyla biliniyor.

Bu partinin YouTube kanalı 400 bin takipçiye ulaştı. Böylece iktidar partisi LDP’nin dijital erişimini üçe katlayarak geride bıraktı.

Bu durum, dijital çağda siyasetin yeni araçlarla nasıl şekillendirildiğini ve popülist hareketlerin neden bu alanlarda daha etkili olduğunu ayrıca incelemeyi gerektiriyor.   

Kitleler artık televizyon ekranlarından değil, akıllı telefonlarından siyasetle ilişki kuruyor. Bu yeni iletişim biçimi, geleneksel siyasetçilerin dikkatle hesaplanmış açıklamalarına karşı, açık sözlü, sert ve bazen komplo teorileriyle örülü liderlerin daha “samimi” bulunmasına yol açıyor.

Sanseito’nun meclisteki yükselişi, Japon siyasetinde sağa kayışın yalnızca geçici bir dalga olmadığını da işaret ediyor.

Bu parti, önümüzdeki seçimlerde 50 ila 60 sandalye kazanmayı hedefliyor. Her ne kadar lideri Kamiya, seçim sonrası söylemlerini yumuşatmaya çalışsa da göçmen karşıtlığı, kadınlara yönelik çağdışı/cinsiyetçi söylemler ve küresel “sistem karşıtı” pozisyonlar, partinin asıl omurgasını oluşturuyor.

Bu gelişmelerin gösterdiği şey açık: Japonya’da da artık popülist sağ bir gerçekliktir. Ekonomik krizlerin, siyasal istikrarsızlıkların ve kitlesel güvensizliklerin yön verdiği bir çağda, bu tür hareketlerin yükselişi sürpriz değil.

Ancak asıl tehlike de burada başlıyor. Toplumun taleplerine yanıt veremeyen sol hareketler geride kaldıkça, bu boşluğu aşırı sağcı popülizm dolduruyor.

Sanseito’nun “Önce Japonya!” sloganı, yalnızca bir seçim kampanyası değil; aynı zamanda Japonya’nın içine kapanan, düşmanlaştırıcı ve eşitsizliği derinleştiren bir siyasal rejime doğru kaymasına da işaret ediyor. Bunlar, Sanseito’nun aradığı koşulları sağlıyor. 

Bu sürecin hangi yönde evrileceği ise Japonya’nın gerçek solu ile emek güçlerinin, yeni gelişmeler karşısında alacağı pozisyona ve nasıl bir alternatifle işçi ve emekçilerin karşısına çıkacaklarına bağlı olacaktır.