Moldova’da yaklaşan seçimler ve “Vahşi Batı”

Kendi ülkelerinde halkın güvenini kaybeden bu liderlerin, Moldova halkına “kime oy vermeleri gerektiğini” anlatmaya çalışması, AB’nin içine düştüğü çelişki ve tutarsızlığın da özetidir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 07 Eylül 2025
  • saat-icon
  • 21:30

Avrupa Birliği, 28 Eylül’de Moldova’da yapılacak parlamento seçimleri için kolları sıvadı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Almanya Şansölyesi Friedrich Merz ve Polonya Başbakanı Donald Tusk, ülkenin bağımsızlık yıldönümünde Kişinev’e “çıkarma” yaptı. Bu “ilgi” tesadüf değil. Seçimlere yalnızca bir ay kala gerçekleştirilen “destek ziyareti”, Avrupa yanlısı Cumhurbaşkanı Maia Sandu ve partisi için açık bir kampanya hamlesiydi. Oysa uluslararası diplomasinin temel ilkelerinden biri yıllardır hep tekrar edilir: “Başka ülkelerin iç işlerine karışmamak.” Gelgelelim bu ilkenin ne kadar boş ve sahtekarca olduğu, son yıllarda Doğu Avrupa’da ve Balkanlar’da döne döne ispatlandı. Bugün karşımızda "Vahşi Batı" var ve her yere el atıyor.

Macron, Merz ve Tusk’un Kişinev’de sahneye çıkışı aslında bir “gelenek” haline gelmiş uygulamanın yeni bir örneği durumda: 2016’da Angela Merkel Sandu’nun yanında poz vermişti. 2020’de CDU Genel Başkanı Annegret Kramp-Karrenbauer bir destek videosu yayınlamıştı. 2021’de Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier seçim öncesi Sandu ile fotoğraf verdi, 2024’te Almanya Başbakanı Olaf Scholz Kişinev’deydi. Şimdi aynı kirli senaryo daha da açık oynanıyor: Avrupa’nın en çok eleştirilen üç lideri Moldova halkına “doğru seçimi” telkin ediyor.

Mesele basit: Moldova, Batı ile Rusya arasındaki nüfuz mücadelesinin en keskin yaşandığı cephelerden biri. Nüfus kabaca ikiye bölünmüş durumda. Bir taraf ülkenin Avrupa Birliği’ne katılımını savunurken, diğer taraf Rusya’ya yakın kalınmasını istiyor. Bu koşullarda seçim süreci yalnızca bir iç mesele değil, doğrudan bir jeopolitik hesaplaşma olarak yürütülüyor. Batı’nın müdahalesi yalnızca lider ziyaretleriyle sınırlı değil. Önceki seçimlerde olduğu gibi bu defa da seçim mekanizmasının kendisi tartışmalı.

Azımsanmayacak bir Moldovalı nüfus Rusya ve Batı Avrupa’da yaşıyor. Ancak her seçimde özellikle Batı Avrupa’daki diaspora, seçimlerin kaderini Avrupa lehine çevirecek kritik unsur olarak kullanılıyor. 2020 başkanlık seçimlerinde Avrupa’da 100’ün üzerinde sandık açılırken, Rusya’daki Moldovalılar için yalnızca üç sandık konulmuştu. Sonuç belli: Batı yanlısı seçmen oyunu kolayca kullanabilirken, Doğu yanlısı diaspora büyük ölçüde seçim dışı kaldı.

Sandu’nun partisi PAS, iktidara geldiği 2021’den bu yana muhalefetteki Rusya yanlısı partilerin bir kısmını yasakladı. “Hukukun üstünlüğünü korumak” gerekçesiyle yapılan bu yasaklar, seçim yarışını fiilen tek taraflı hale getirdi. Ancak Batı basını ve AB yetkilileri, aynı yöntemleri Rusya uyguladığında “otoriterlik” diyerek eleştiriyor. AB her zaman olduğu riyakar ve çifte standarda dayalı politika izliyor.   

Hibrit savaş masalı

Moldova yönetimi seçim kampanyasını Rusya’nın “hibrit saldırıları” tehdidi altında yürüttüğünü iddia ediyor. Sandu, para karşılığı oy satın almadan siber saldırılara kadar geniş bir operasyon ağından bahsediyor. Bu iddialar Merz tarafından da Kişinev’de tekrarlandı. Ancak dikkat çekici olan şu: AB’nin en yüksek sesle dile getirdiği “dış müdahale” iddiaları, aynı anda kendilerinin sergilediği doğrudan müdahaleyi görünmez kılıyor mu?

Macron’un açıklaması tipik bir örnek: “Avrupa Birliği hiçbir şekilde Sovyetler Birliği değildir.” AB’nin Moldova’ya “barış ve refah” sunduğunu öne süren Macron, aslında ülkedeki sert kutuplaşmayı daha da körüklüyor. Çünkü Moldovalı seçmenin yarısı bu vaatleri değil, iş ve geçim derdini öncelikli görüyor. AB üyeliği ise onlar için daha fazla göç, daha pahalı enerji ve daha kırılgan bir ekonomi anlamına geliyor.

AB’nin ikiyüzlülüğü

Moldova, tıpkı Gürcistan, Sırbistan ya da Bosna gibi Batı’nın açıkça seçimlere müdahale ettiği ülkelerden biri haline geldi. Buradaki ikiyüzlülük çarpıcı: Batı için “demokratik seçim”, yalnızca kendi adaylarının kazandığı seçimdir. Rakipler yasaklandığında, diaspora oy kullanamadığında ya da yabancı liderler meydanlarda propaganda yaptığında sorun yoktur. Ama aynı şey Moskova’dan geldiğinde “meşruiyet krizi” ilan edilir.

Moldova’daki tablo aynı zamanda Avrupa Birliği’nin kendi krizini de yansıtıyor. Macron’un Fransa’da onay oranı dibe vurmuş durumda. Tusk, Polonya’da benzer bir durumda. Merz’in hükümetine destek ise daha şimdiden yüzde 30’un altına düşmüş. Kendi ülkelerinde halkın güvenini kaybeden bu liderlerin, Moldova halkına “kime oy vermeleri gerektiğini” anlatmaya çalışması, AB’nin içine düştüğü çelişki ve tutarsızlığın da özetidir.

Moldova’nın geleceği AB’de mi?

Moldova’nın resmi nüfusu 2,6 milyon. Ancak bunun önemli bir kısmı yurtdışında yaşıyor: Bir bölümü Batı Avrupa’da, bir bölümü ise Rusya’da. Bu da seçim sonuçlarını dış faktörlere daha da bağımlı hale getiriyor. AB, Moldova’ya üyelik yolunda 2 milyar Euro’luk destek ve enerji yatırımları vaat ediyor. Ancak Brüksel’in asıl hesabı, küçük bir ülkeyi yanına çekerek Rusya’ya karşı yeni bir mevzi kazanmak. Bu müdahale, Moldovalı seçmenin  iradesini çiğneyip büyük güçlerin çıkarlarını esas alıyor. 28 Eylül’de yapılacak parlamento seçimleri, Moldova halkının tercihinden ibaret değil. Bu koşullarda Moldovalılar gerçekten kime oy vereceklerine yalnızca kendileri karar verebilecek mi? Bu seçim, Batı ile Rusya arasındaki bilek güreşinin yeni bir raundu olacak. AB’nin “üç silahşörü”nün Kişinev’de boy göstermesi, Moldova’daki seçimlerin yalnızca sandıkla değil, uluslararası güçlerle belirleneceğinin şimdiden ilandır.