600 bine yakın kamu işçisinin 2025-2026 yıllarındaki ücret zamları ve sosyal haklarını belirleyen Kamu Çerçeve Protokolü, AKP iktidarı ile Türk-İş ve Hak-İş bürokratları tarafından imzalanan ihanet sözleşmesi ile sonuçlandı.
Türk-İş ve Hak-İş şubat ayında, AKP-MHP iktidarını temsilen TÜHİS’e (Türkiye Kamu İşverenleri Sendikası) teklif sunmuştu. Buna rağmen iktidar aylar boyunca sözleşmeye dair hiçbir teklif sunmayarak kamu işçilerini oyalayıp durdu. İlk teklifi mayıs ayında sunan iktidar, birinci 6 ay için %16 artış önererek işçilerle küstahça dalga geçti. Gelen tepkilerin ardından zam oranını %17’ye çıkardı. Üçüncü teklifte ise ilk altı ay için %24, ikinci altı ay için %16,7 artış önerildi. Bu teklifi geri çeken iktidar %16,7 oranını %11’e düşürdü.
Sendikaların, işçilerin taleplerini karşılamaktan uzak olan teklifi unutturularak tüm tartışma 2. 6 ay zammı üzerine kilitlendi. İktidarın grev yasağı sopasını sallamasının ardından sendika bürokratları Saray kapılarını aşındırmaya başladı. O süreçte yapılan görüşmelerde sendikaların talep ettiğinin %30’una tekabül eden ilk 6 ay %24, ikinci ay %11+50 TL seyyanen zam oranında satış sözleşmesine imza atıldı.
Saray rejimi, ekonomik krizin tüm yükünü işçi ve emekçilere yıkmak için gündeme aldığı IMF güdümlü “Mehmet Şimşek” programını kamu işçilerine de dayattı. Asgari ücretten tekil sözleşmelere kadar -sözde enflasyonu düşürmek adına- birçok alanda dayatılan ücretleri baskılama politikası, kamu işçilerine de uygulandı. İlk altı ay için %24 sefalet oranındaki zammın yanı sıra ikinci altı ay üzerinden dönen tartışmada ise sorun hiç de birkaç kuruş zam değildi. Geçtiğimiz yıllarda da çokça tartışılan, IMF’nin dayattığı “beklenen enflasyon oranına göre zam” politikasının hayata geçirilmesi idi. Kamu işçilerine dayatılan “beklenen enflasyon oranındaki zam”, başta metal sektörü olmak üzere bundan sonra gerçekleşecek sözleşme süreçleri açısından da “olumsuz örnek” olarak kullanılacaktır.
***
Saray rejiminin kamu sözleşme sürecinde bu denli pervasız olabilmesinin gerisinde kuşkusuz ki kamu alanında örgütlü sendikaların yönetimlerinin işbirlikçi/ihanetçi çizgisi yatıyor.
Türk-İş ve Hak-İş bürokratları sürecin başından itibaren AKP iktidarının orta oyununda figüran oldular. İktidarın aylar süren oyalama politikasının karşısında kıllarını kıpırdatmadılar. Hak-İş şefleri, göstermelik de olsa eylem kararları almayarak Sarayın dalkavukları olduklarını bir kez daha kanıtlarken, Türk-İş ise tabandan gelen güçlü basınçtan dolayı eylem kararları almak zorunda kaldı. Eylemleri hayata geçirmek için çaba sarf etmeyen düşkün ağa takımı, “askerlerin zehirlenerek ölümü” bahanesine sarılarak eylemleri iptal etti. İşçilerin gösterdiği tepiden dolayı geri adım atan Türk-İş şefleri, yeniden alınan eylem kararlarını, “masada görüşmeler devam ediyor” gerekçesiyle gündeme bile getirmedi. Bu süre zarfında yaptıkları şey, Saray’ın ve Bakanlığın kapılarını aşındırmak oldu.
***
Kamu Çerçeve Protokolü, ekonomik krizin tüm yükünün işçi sınıfı ve emekçilere yıkıldığı bu süreçte, kazanılmış hakların alabildiğine tırpanlandığı, “ayrıcalıklı” konumlarını çoktan yitirmiş olan kamu işçilerinin ekonomik ve sosyal haklarını kazanmak açısında büyük önem taşıyordu. Yanı sıra başta metal işçileri olmak üzere sözleşme sürecinde olan sınıfın diğer bölüklerine emsal oluşturması açısından da kritikti. Zira işçi sınıfına dayatılan kemer sıkma programında bir gedik açılması, krizin faturasını kapitalistlere ödetme mücadelesini geliştirmek açısından da bir imkan olurdu. Ancak KÇP süreci, yazık ki bu imkanlar değerlendirilmeden geride kaldı.
Kamu işçilerinde büyük bir öfke ve tepki birikmesine, mücadele isteğinin güçlü olmasına rağmen sözleşme süreci iktidarın istediği şekilde sonuçlandı. Bunun gerisinde, kamu işçilerinin bilinç ve örgütlülük düzeyinin geriliği ve sendikal bürokrasinin işçiler üzerindeki tahakkümü yatmaktadır.
Oysa kamu işçileri, Türkiye işçi sınıfı tarihinde önemli mücadele deneyimleri olan ve birikim yaratan sınıfın dinamik bir kesimini oluşturuyordu. 12 Eylül faşist darbesinin yarattığı boğucu atmosferin ardından sosyal yıkım programlarına karşı 2 milyonu aşkın işçinin katıldığı 89 bahar eylemlerinin temel dinamiği kamu işçileri idi. Kamu işçileri, sendikal bürokratik çarkı da aşarak işyeri komiteleri, işçi platformları gibi taban örgütlerine dayanarak gerçekleştirdiği eylemlerde ekonomik/sosyal haklar kazanılmıştır. O mücadele genel anlamda sınıf hareketine önemli kazanımlar sağlamış ve bu, siyasal sonuçlar da yaratmıştı.
Ancak hakları kazanmak gibi korumak da mücadele ile mümkündür. Nitekim hareketin geri çekilmesini fırsat bilen sermaye iktidarı neoliberal politikaları esas alan saldırıyı başlattı. O süreçte taşeronlaştırma, sözleşmeli çalışma gibi sosyal saldırılar, işçi sınıfına dönük çok yönlü ideolojik-politik saldırılarla birleştirilerek işçi profilinde de değişiklikler yaratılmıştır. Bunlara sendikal bürokratik çarkın hareketi kötürümleştiren etkileri de eklenince, yazık ki mücadele ile yaratılan o birikim alabildiğine zayıflatılmıştır.
Kamu işçileri bugün de sermaye iktidarının saldırılarına karşı öfke ve tepki duyuyor, hatta “genel grev” çağrısını da yükseltiyor. Buna rağmen “işveren” konumundaki AKP-MHP iktidarına karşı, sendikal bürokrasiyi aşacak bir mücadele ortaya koyamamasının temel nedeni, verili sınıf bilincinin yetersizliği ve taban örgütlülüğünden yoksun olmasıdır. Bu tablo, sözleşme sürecinde olduğu gibi sözleşmenin imzalanmasından sonra da kendini belirgin şekilde göstermiştir.
Sefalet ücretini dayatıp grevleri yasaklayan saray rejimi olmasına rağmen, sendikal bürokrasinin çabalarıyla tepki Mehmet Şimşek’e yönlendirilmiştir. Daha da kötüsü, düşük ücreti Saray rejimi dayatmışken, bundan kamudaki memurlar sorumlu görülerek tepki kamu emekçilerine yöneltilmiş, hatta memurların maaşlarının düşürülmesi yönünde akla ziyan çağrılar yapılmıştır. Sözleşmede Saray rejiminin sergilediği kirli oyunlardan biri de primlerin bazı sektörlere %7, bazılarına ise %3 olarak verilmesi oldu. Bu oyun, farklı iş kollarındaki işçiler arasında iç gerilimlere yol açmıştır. Kamu işçileri bir “sınıf” olarak davranamadığı gibi sınıf bilincinin geriliği de kendini her bir aşamada gösterdi. Bu zaafların farkında olduğu içindir ki, AKP-MHP rejimi pervasızlıkta sınır tanımamıştır.
Kamu sözleşmesinin iktidarın dayattığı çerçevede sonuçlanmasında kuşkusuz ki en büyük pay sendikal bürokrasiye aittir. Bu yozlaşmış kast kamu işçilerini oyalayarak, yorarak, eylemlerin içini boşaltarak, işçilerin grev taleplerine kulaklarını tıkayarak Saray rejiminin safında olduğunu göstermiş, Tayyip Erdoğan’ın salladığı grev yasakları sopası karşısında çaresizliği pompalamış, işçilerin onayı olmadan saray rejiminin dayattığı sefalet sözleşmesine imza atmıştır.
Önceki yıllarda “Uzasa işi karıştıracaktık, böyle kapattık iyi oldu!” diyen dalkavuklar, bu süreçte işçilerin biriken tepkisinden duydukları korkuya rağmen, tüm “maharetlerini” sergileyerek ihanet sözleşmesini imzaladılar. Kamu sözleşme süreci, sendika bürokrasinin işçi sınıfı üzerindeki uğursuz rolünü ve sınıfın mücadelesi önünde nasıl bir engel olduğunu bir kez daha gösterdi.
Kamu Çerçeve Protokolü imzalanmasına rağmen şimdi sırada protokole dayanarak tek tek sözleşmelerin imzalanma süreci var. Halihazırda her şey bitmiş değil ve süreç hala devam ediyor. Ancak geride kalan süreç bir kez daha kamu işçilerinin kazanabilmesinin yolunun “sınıf bilincini” kuşanarak sendikalardan bağımsız taban örgütlenmeleri inşa etmek ve hakları için kararlı bir şekilde mücadele etmekten geçtiğini gösteriyor.