4 Milyon Kamu Emekçisi ile 2 buçuk milyon emekli adına Memur-Sen’in hükümetle yürüttüğü 8. Dönem Toplu İş Sözleşmesi (TİS) görüşmelerinde neredeyse sona gelindi. AKP-MHP hükümeti, ilk altı ay için %10 ve taban aylığa 1000 lira ilave zam, diğer altı aylık dilimler için ise %6’lık bir “zam” teklif ediyor. Uzun süreden beri ücretlerin insan onuruna uygun bir yaşam imkanı sağlamaktan çok uzak olduğunu, ekonomik koşulların ise özellikle son yıllarda hızla kötüleştiğini bütün emekçiler bire bir yaşayarak deneyimliyor. Yaşadığımız ekonomik zorluklar, 90’lı yılların başında sık sık haber bültenlerine konu olan, “ek iş olarak işportacılık yapan memur” öykülerini çağrıştırıyor.
İktidar tarafından emekçilere yaşatılan ekonomik yıkımlar, sonuçlanan her yeni TİS görüşmesinin ardından daha da derinleştirildi. Sorunların bu kadar yakıcı olmasına karşın, bu TİS sürecinin nasıl sonuçlanacağını, umutsuz bir bekleyiş içinde olan kamu emekçilerinin büyük bir çoğunluğu tahmin edebiliyor. Çünkü “yandaş” Memur-Sen, uzun yıllardan beri bir sendika gibi değil, Maliye ve Çalışma Bakanlığı’nın ortağı, kimi zaman aparatı gibi davranan resmi bir kurum rolünü oynuyor. Öyle ki bu utanç verici rol, gelinen aşamada kurumsallaşmış ve yalnızca yasal olarak tanımlanması eksik kalmıştır. Hükümet teklifi karşısında yıllardır “Dağ fare doğurdu”, “Çalışanlar sahaya (eyleme) zorlanıyor”, “Hükümeti vicdanlı davranmaya davet ediyoruz” gibi söylemlerle emekçileri oyalıyor. Çalışma Bakanlığı önünde, önden bakanlıkla anlaşılmış basın açıklamalarıyla sahte bir karşı koyuş görüntüsü veriliyor. Yani neredeyse son 7-8 dönemdir sergilenen TİS satış senaryosu hiç değişmeden sahneleniyor.
İnanılması güç ama bu oyun yıllardır hiç değişmeden, AKP ile Memur-Sen (Eğitim Bir Sen) ortaklığıyla ve rahatlıkla döne döne sahnelenebiliyor. Üstelik TİS metninde bir cümlede yapılan vurgu değişikliği bile toplamda “210 kazanımdan” biri olarak pazarlanabiliyor. Evet, inanılması güç diyoruz. Zira emekçileri gerçek bir ekonomik-sosyal sefalete sürükleyen bu ortaoyununa yazık ki yıllardır anlamlı bir karşı koyuş geliştirilemiyor. Ne Memur-Sen tabanından ne KESK’ten ne de başka kamu sendikalarından dişe dokunur kitlesel, eylemli bir karşı koyuş ortaya çıkmadı maalesef.
Emekçiler cenahında tablo bu kadar vahimken, AKP ile Memur-Sen’in şefleri bakımından durum gayet rahat görünüyor. Çünkü kamu sendikaları, onların yüzbinleri bulan üyeleri kendi sorunlarının çözümü için çaba harcamıyor, bunun için örgütlü bir itiraz geliştirmiyor. Kendi sorununa sahip çıkmayan, ne yapacakları aşikar olan bir grup Memur-Sen yöneticisine kaderini teslim eden emekçilerin yaşayacağı akıbet de bellidir. Ekonomik ve sosyal yoksulluk, liyakatsizlik, meslek ve işlerin itibarsızlaştırılması. Ek olarak toplumsal saygınlığın giderek sıfırlanması da tabloyu tamamlayan başka bir kayıp haline geliyor.
Yaptığımız işlerin, harcadığımız emeklerin karşılığı olan ve insan onuruna uygun bir ücret alabilmek, ancak ve ancak emekçilerin kendi sorunlarına bizzat sahip çıkması, kolektif ve kitlesel bir mücadele örgütlemesiyle mümkündür. 90’lı yılların eylemli pratiği ile AKP’li yılların uzlaşmacı/pasif pratiği karşılaştırıldığında ne demek istediğimiz çok daha iyi anlaşılacaktır.
Güncel olarak milyonlarca kamu emekçisinin temel sorumluluğu yıllardır tekrarlanan satış sözleşmesine, hükümetin umursamaz ve ciddiyetten yoksun tavrına alışmamak, kanıksamamak ve her ne olursa olsun kitlesel bir mücadele örmek için harekete geçmektir. Harekete geçmenin ilk somut biçimlerinden biri üyesi olduğumuz sendikaları, hükümetin teklifine karşı emekçilerin birleşik ve kitlesel eylemlerini örgütlemeleri için zorlamaktır. Bir başkası ise Memur-Sen konfederasyonuna üye olan sendikalardan, özellikle Eğitim Bir-Sen gibi AKP aparatı olmuş sendikalardan istifa etmek ve mücadeleci sendikalara yönelmektir.
Her yeni gün hukukun ve Anayasanın ayaklar altına alındığı, idari aygıtlarda ve yöneticilerdeki çürümenin yeni örneklerle gün yüzüne çıktığı bir dönem yaşıyoruz. Böylesi bir toplumsal düzende hükümetle yapılan masa başı görüşmelerden emekçiler için hayırlı sonuçlar çıkmasını beklemek çocukça bir iyimserlik anlamına gelir. Öyle ki emekçiler, hükümetin dayattığı koşullar karşısında yasal olarak hiçbir itiraz ve karşı koyma mekanizmasına sahip değiller. Yasal grev hakları yoktur. TİS görüşmelerinde uzlaşmazlık halinde başvurulan ve son kararı veren Hakem Heyeti, hükümet memurlarından oluşuyor. Hakem Heyeti’nden ne çıkacağı da başından bellidir.
Dolayısıyla, sözünü ettiğimiz birleşik ve kitlesel mücadele Kamu Emekçileri bakımından artık bir “seçenek” değil “zorunlu” olarak tutulması gereken yolu gösteriyor. Yasanın hak tanımadığı, idari mekanizmanın ciddiye alıp muhatap görmediği yerde emekçilerin fiili/meşru mücadelesinin devreye girmesi zorunludur. Karşı karşıya kaldığımız pervasızlık böylesi bir tablo oluşturuyor. Yıllardır bize dayatılan satış sözleşmelerini yırtıp atmak, grevli toplu sözleşme hakkını kazanmak ve hak ettiğimiz toplumsal saygınlık yalnızca kendi öz mücadelemizle sağlanabilir.
Kamu Çalışanları Birliği