“Güvenlik, çoğu zaman korkunun devletleştirilmiş biçimidir.”
Ulrich Beck
Ekim ayının başından itibaren Almanya’da birbiri ardına yaşanan drone vakaları, ülkenin gündemini belirleyen başlıca “güvenlik meselesi” haline getirildi.
İlk ciddi olay, Münih Havalimanı’nın birkaç kez insansız hava araçları nedeniyle uçuşlara kapatılmasıyla başladı. Kısa süre sonra benzer görüntüler Frankfurt üzerinde, hatta Danimarka’nın başkenti Kopenhag yakınlarında da kaydedildi. Hava trafiğinde yaşanan kesintiler binlerce yolcuyu mağdur ederken, dronların kimler tarafından ve hangi amaçla uçurulduğu netlik kazanmadı.
Almanya Başbakanı Friedrich Merz, “olaylar güvenliğimiz için ciddi bir tehdit oluşturuyor” diyerek birçok uçuşun arkasında Rusya’nın olabileceğini öne sürdü. Merz’in sözleri, (“bizi test etmek isteyenler” ifadesiyle birlikte) yalnızca bir güvenlik tespiti değil, aynı zamanda siyasi bir uyarı niteliği taşıyordu. Moskova yönetimi ise suçlamaları kesin bir dille reddetti. Ancak ortada ne dronların menşei konusunda somut bir kanıt ne de olayların sivil mi yoksa askeri amaçlı mı olduğu yönünde doğrulanmış bir veri bulunuyor.
Basına yansıyan haberlere göre şu ana dek silahlı veya patlayıcı taşıyan bir drone tespit edilmedi. Buna rağmen Alman medyası ve hükümet yetkilileri, olayları “casusluk girişimi” ve “toplumsal tedirginlik yaratma eylemi” diye nitelendiriyor.
Bu noktada dikkat çekici olan, drone vakalarının yalnızca Almanya’da değil, birkaç NATO ülkesinde de benzer şekilde görülmesidir. Danimarka, Polonya ve Belçika’da da “tanımlanamayan drone uçuşları” rapor edildiği öne sürülüyor. Olayların eş zamanlı oluşuna, Avrupa kamuoyunda bir “koordineli siber veya hibrit saldırı” tartışmaları eşlik ediyor.
Drone vakaları elbette teknik olarak bir güvenlik ihlali oluşturuyor; fakat asıl tartışma, bu ihlallerin nasıl yorumlandığı ve hangi politik sonuçlar üretmek için kullanıldığıdır. Hakim siyaset, özellikle kriz anlarında güvenlik kavramını genişletme eğilimindedir. Bu anlamda Almanya’daki durum yalnızca bir “drone tehdidi” değil; kamuoyunu yeniden dizayn etme, askeri yetki artışı ve iç güvenlik yasalarının sertleştirilmesinin bir gerekçesine dönüştürülmesidir. Bu ise, “Dron olayı kimlere hizmet ediyor?” sorusuna verilmiş bir yanıt gibidir aynı zamanda.
Merz’in “Rusya bizi test ediyor” ifadesi, doğrudan doğrulanamayan bir iddiayı, jeopolitik bir konumlanışla güçlendiriyor. Bu tarz söylemler hem şoven propagandanın yaygınlaştırılmasına hizmet etmekte hem de militarizm ve savaş politikasını toplum nezdinde meşrulaştırmayı amaçlamaktadır. Kimi zaman “dış tehdit” retoriği, iç politikada “dayanışma”, “güvenlik” ve “otorite” vurgusunu öne çıkararak eleştirel sesleri bastırma aracına dönüştürülür.
Nitekim Almanya’da son yıllarda artan askeri bütçeler, zorunlu askerlik tartışmaları ve emperyalist savaş aygıtı NATO’nun Doğu Avrupa hattında yürüttüğü tatbikatlar, ülkenin uzun süredir sessizce yeniden bir savaş aygıtı kimliği inşa ettiğini gösteriyor.
Militarizmin normalleştirilmesi
Federal hükümetin tepkisi, olayların güvenlik boyutundan ziyade, iç hukuk ve savunma/saldırı yapısının yeniden düzenlenmesine odaklanmış durumda. Federal Kabine, Federal Polis Yasası’nı değiştirerek polise dronları vurma yetkisi tanımayı planlıyor. İçişleri Bakanı Alexander Dobrindt, federal ve eyalet kurumlarının ortak bir “drone savunma merkezi” kuracağını açıkladı. Ayrıca Bavyera Eyaleti, kendi polisinin de dronları “etkisiz hale getirme” yetkisine sahip olabilmesi için yasa hazırlıyor.
Bu düzenlemeler, ilk bakışta teknik önlemler gibi görünse de devletin iç güvenlik alanında doğrudan askeri güç kullanımına kapı aralıyor. Almanya Anayasası’nın II. Dünya Savaşı sonrasında inşa ettiği temel ilkelerden biri, ordunun iç güvenlikte kullanılmamasıdır. Ancak “drone tehdidi” söylemi bu ilkeyi yeniden tartışmaya açmaktadır.
“Güvenlik” gerekçesiyle ordunun şehir içi operasyonlara katılabilmesi, aslında gelişmekte olan ve giderek güç kazanan kitlesel tepkilerin bastırılmasına yönelik bir ön hazırlık anlamına geliyor.
Burada asıl tehlike, olağanüstü halin olağanlaştırılmasıdır. Dronlar üzerinden yaratılan “tehdit” algısı, “savaşa hazır” bir Almanya için toplumsal rızanın adım adım üretilmeye çalışıldığı bir sürece işaret ediyor.
Drone olaylarının zamanlaması da dikkat çekici. Avrupa, Rusya-Ukrayna savaşının uzun süreli bir yıpratma dönemine girdiği, NATO’nun doğu sınırını tahkim ettiği ve enerji bağımsızlığı tartışmalarının sürdüğü bir dönemi yaşıyor. Almanya, bu denklemde hem ekonomik hem de askeri olarak merkezi konumda.
Merz’in “Rusya savaş sonrası düzeni yok etmek istiyor” sözü, aslında Batı emperyalizminin kendi düzenini yeniden inşa etme çabasını yansıtıyor.
Drone olayları, bu yönelimi hızlandıran bulunmaz bir fırsat olarak öne çıkıyor. Hala ne olduğu belli olmayan bir hava sahası ihlali, büyük stratejik blokların psikolojik savaşına dönüşüyor.
Rusya’nın gerçekten bu olayların arkasında olduğuna dair hiçbir somut veri sunulmuyor. Ancak olayların Almanya’da, Danimarka’da ve diğer NATO ülkelerinde eş zamanlı yaşanması dikkat çekici. Bu olay bir yandan “Rusya tehdidi” anlatısına alıcı bulmak için kullanılıyor. Buna eşlik eden şey ise Avrupa devletlerinin savaş bütçelerini artırma yarışına girmesidir. Bu noktada “tehdit” kadar, “tehdit algısının üretimi” de belirleyici hale geliyor.