BM’nin Küba ablukasını kınaması…

Düzenin meşruiyet krizi

Küba’ya yönelik abluka, sadece bir ülkenin değil, bağımsızlık fikrinin, emperyalizme karşı direnişin cezalandırılmasıdır. Washington’un “demokrasi” ve “ulusal güvenlik” söylemi altında yürüttüğü bu ekonomik/siyasi savaş, halkların egemenlik hakkına yöneltilmiş emperyalist bir saldırıdır.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 01 Kasım 2025
  • saat-icon
  • 19:00

Jamaika’yı kasıp kavuran ve Küba’da büyük yıkımlara yol açan Melissa Kasırgasının gölgesinde, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu oturumları 28 Ekim 2025’te başladı.

Oturumda dünyanın dört bir yanından temsilciler, Küba’yı herhangi bir doğa felaketinden çok daha derin ve kalıcı biçimde etkileyen bir başka “kasırga”yı tartıştı, ABD’nin altmış yılı aşkın süredir uyguladığı ekonomik, ticari ve finansal abluka... Oylama sonucunda 165 ülke lehte, 7 ülke aleyhte, 12 ülke ise çekimser oy kullanarak, bu insanlık dışı politikanın sona erdirilmesi çağrısında bulundu. BM, karar metninde ABD ablukasını “Küba halkının yaşam koşullarını ağırlaştıran, kalkınma hakkını engelleyen ve uluslararası hukuka aykırı bir yaptırım sistemi” olarak tanımladı. Ancak bu sonuç, bir kez daha sembolik düzeyde kaldı. Çünkü ABD, “uluslararası toplumun” iradesini hiçe saymaya ve Birleşmiş Milletler kararlarını küstahça bir tutumla ayaklar altına almaya devam ediyor.

Küba’ya uygulanan abluka yalnızca iktisadi/siyasi bir baskı aracı değil, “uluslararası hukukun eşitlik ilkesine” yöneltilmiş yapısal bir saldırıdır aynı zamanda. ABD, 1962’den bu yana yürürlükte olan yaptırımları “ulusal güvenlik” gerekçesiyle meşrulaştırmaya çalışsa da bu politika fiilen bir kolektif cezalandırma mekanizmasıdır. Dünya Sağlık Örgütü ve BM İnsani Yardım Ajansı verilerine göre, abluka Küba’nın sağlık sistemini, gıda tedarikini ve enerji altyapısını doğrudan hedef almakta, halkın yaşam koşullarını kalıcı biçimde olumsuz etkilemektedir. Bu tablo, yalnızca ABD’nin hukuk tanımaz emperyalist tutumunu değil, BM sisteminin giderek derinleşen meşruiyet krizini de ortaya koymaktadır. Çünkü uluslararası hukuk, güçlü devletlerin çıkarına dokunmadığı sürece işletilmekte; Filistin’de süren soykırım, Yemen’deki sivil katliamlar, Suriye’deki cihatçı vahşet ve Venezuela’ya yönelik yaptırımlar karşısında ise sessiz kalınmaktadır. Oysa BM Şartı’nın 2. maddesi açıkça üye devletlerin içişlerine karışmamayı ve ekonomik zorlamayı yasaklar. Bu durum, hukukun emperyalist güçlerin çıkarlarına göre nasıl “esnetildiğini” ve “işlevsizleştirildiğini” ortaya koymaktadır.

***

Küba, ablukaya rağmen sağlık, eğitim ve bilim alanlarında önemli ilerlemeler kaydetmiştir. COVID-19 pandemisi sürecinde kendi aşısını geliştiren az sayıdaki ülkeden biri olması, Washington’un izolasyon politikasına verilmiş en güçlü yanıtlardan biridir. Tam da bu nedenle, ABD yönetimi Havana’yı “terörü destekleyen ülkeler” listesine dahil ederek ekonomik baskıyı daha da ağırlaştırmaktadır. Bu tutum, yalnızca Küba’yı değil, Latin Amerika’daki tüm ilerici hareketleri de hedef almaktadır. Arjantin’de Javier Milei gibi sağ popülist liderlerle kurulan yakın ilişkiler, bölgedeki baskıcı ve sömürücü neoliberal dönüşüm projelerinin açık bir uzantısıdır. Washington, bu aktörler aracılığıyla Latin Amerika’daki seçim süreçlerini ve politik dengeleri etkilemeye çalışmaktadır.

Abluka tartışmasının daha geniş jeopolitik çerçevesi, Gazze’deki soykırım savaşında açıkça görülmektedir. Savaş suçlusu İsrail’in, BM kararlarına rağmen vahşi katliamları sürdürmesi, uluslararası hukukun küstahça ayaklar altına alınmasıdır.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında yakalama kararı çıkardığı İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun hala uluslararası platformlarda ağırlanması, bu hukuksuzluğun en çarpıcı göstergesidir. (Aynı durum, Suriye’deki cihatçı terör rejiminin başı Colani konusunda da sergileniyor. Colani, BM kürsüsüne bile çıkarıldı.) Bununla birlikte, uluslararası insan hakları örgütlerinin raporlarında yer alan organ hırsızlığı ve ticareti de İsrail’in savaş ekonomisiyle doğrudan ilişkilendirilmektedir. Gazze’deki sivil kayıpların ardından kaybolan cenazeler ve organ nakliyle bağlantılı vakalar, İsrail’deki bazı tıp merkezlerinin “etik dışı” uygulamalarına dair ciddi iddia ve kanıtlar mevcuttur. Bu konuda BM İnsan Hakları Konseyi’nin ve Uluslararası Af Örgütü’nün 2023–2024 raporları, “bağımsız soruşturma ihtiyacına” açıkça dikkat çekmektedir. Ancak bu raporlar, ABD ve Batılı suç ortakları tarafından sistematik biçimde görmezden gelinmekte ve araştırılması engellenmektedir.

Uluslararası düzenin meşruiyet krizi

Bugün BM ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumlar derin bir meşruiyet krizi içindedir. Bu kurumlar, giderek emperyalist merkezlerin çıkar alanlarını koruyan siyasal araçlara dönüşmüştür.

Küba’ya yönelik abluka, Filistin’deki işgal ve Yemen’deki insani felaket, bu krizin yalnızca farklı tezahürleridir. “Uluslararası hukuk” ilkesi ise evrensel adaletin değil, güçlü devletlerin saldırı ve işgal politikalarını meşrulaştırmanın bir aracı haline gelmiştir. ABD ve NATO bileşenlerinin “İsrail’in kendini savunma hakkı vardır” söylemi, bu çifte standardın en tiksinti verici örneğidir. Ne var ki, bu aynı hak Filistin, Küba, Venezuela, İran, Lübnan ya da Suriye söz konusu olduğunda tanınmamaktadır. Egemenlik ve “meşru savunma hakkı”, fiilen yalnızca askeri ve ekonomik gücü elinde bulunduran, yani zorba ve saldırgan devletlere özgü bir ayrıcalığa dönüşmüştür.

Sonuç olarak, Küba’ya yönelik abluka, sadece bir ülkenin değil, bağımsızlık fikrinin, emperyalizme karşı direnişin cezalandırılmasıdır. Washington’un “demokrasi” ve “ulusal güvenlik” söylemi altında yürüttüğü bu ekonomik/siyasi savaş, halkların egemenlik hakkına yöneltilmiş emperyalist bir saldırıdır. BM’nin ablukayı kınayan kararları, sembolik olmaktan öteye geçemese de bu sistemin çürümüşlüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Bugün Havana’nın ekonomik kuşatma altında nefes almaya çalışması ile Gazze’nin bombalar altında yaşam mücadelesi aynı yapısal şiddetin ürünüdür. “Uluslararası hukuk”, bu şiddeti durdurmak yerine yönetenlerin elinde bir manipülasyon aracına dönüştürülmüştür. Gerçek adalet, BM kürsülerinde değil, sömürgeciliğe, emperyalizme ve kapitalizme karşı direnen halkların mücadelesinde filizlenecektir.