Türkiye’de siyasal iktidar uzun zamandır meşruiyet krizini aşmak için kaba zorbalığa, baskı aygıtlarına ve yargı sopasına yaslanıyor.
Toplumsal rıza üretme kapasitesini yitiren iktidar, bu açığını pervasız devlet zoruyla kapatabileceğini var sayıyor. Bundan dolayı keyfi şiddeti günden güne artırıyor.
Ana muhalefet partisine yönelik çok yönlü saldırılar bu stratejinin bir ürünü. Tutuklamalar, görevden almalar, kayyım politikaları, sosyal medyaya yönelik engellemeler ve polis ablukaları bu saldırıların güncel örnekleridir.
Yargı sopasıyla siyasi süreçlerin biçimlendirilmeye çalışılması, “çok partili” hayatın başlangıcından beri görülen bir olgu olsa da bugün farklı bir aşamadayız.
Geçmişte Kürt hareketinin “yasal” mevzileri ve yönettiği belediyelerin yanı sıra , sendikalar, meslek örgütleri ve demokratik kitle örgütleri faşist baskıyla felç edilmek istenmişti. Bugün ise aynı yöntem ana muhalefet partisi CHP’ye yöneltilmiş durumda.
Artık yalnızca tekil partiler değil; demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve bütünüyle muhalefet alanı iktidarın keyfi müdahaleleriyle şekillendirilmeye çalışılıyor. İktidarın kullandığı yöntemler “hukuki” görünümlerle perdelenmeye çalışılsa da özünde farklı siyasal iradeleri bastırma girişimleridir.
Siyasi partilerin kongre süreçlerine yargı yoluyla müdahale edilmesi, o çokça övünülen “demokratik seçimleri” ve “seçim güvenliğini” kökünden sarsmaktadır. Bu tür uygulamalar meşrulaştığında, her seçim şaibeli ilan edilebilir, burjuva anlamda bile gelecekteki seçimlerin hiçbir anlamı kalmaz.
Dolayısıyla söz konusu saldırılar, yalnızca bir partinin iç işleyişine değil, bizzat burjuva hukuku çerçevesinde “güvenceye alınmış” seçme ve seçilme hakkına yöneliktir.
Bu, düzenin en temel kurallarının dahi iktidarın ihtiyaçlarına göre keyfi biçimde çiğnendiğini göstermektedir.
***
Ekonomik çıkmazın kalıcılaştığı, yoksulluğun derinleştiği, toplumun umutsuzluğa sürüklendiği bir dönemde iktidar, otoritesini tahkim etmek için muhalefeti etkisizleştirme yoluna gitmekten başka “çare” bulamamaktadır. Bu da baskıların daha da yoğunlaşacağı bir döneme işaret ediyor.
Burada kritik olan nokta şudur: Bu saldırılar karşısında sessiz kalmak, iktidarın işini kolaylaştırır. Fakat aynı zamanda bir düzen partisine yedeklenmek de emekçilerin kurtuluş yolunu tıkar.
Ana muhalefet partisi, sermaye düzeninin temel direklerinden biridir; temsil ettiği sınıfsal zemin, onun doğal olarak sistem içi sınırların dışına çıkmasına engeldir. Bu nedenle düzen muhalefetinin “direniş” kapasitesi sınırlı olduğu gibi, iktidara gelmesi de sömürü düzeninin köklü sorunlarını çözmeyecek.
İktidarın saldırıları, bir partiyi hedef alıyor gibi görünse de aslında tüm toplumu tehdit ve şiddetle sindirmeyi amaçlamaktadır. Baskı ve zorbalık politikaları işçi sınıfını ve emekçileri doğrudan hedeflemektedir. Muhalefet üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırılan yargı sopasının bir nebze dizginlenmesi ise, bütünüyle sokağın basıncının ürünüdür. Dolayısıyla bu saldırılara karşı mücadele etme sorumluluğu, esas olarak emekçi sınıfların omuzlarındadır.
Sermaye düzenine karşı kendi hattını inşa edemeyen her çıkış, ister istemez sistemin sınırlarına geri çekilir. Bugün emekçi sınıfların önünde üç seçenek vardır: Ya baskı rejiminin dayatmalarına boyun eğmek ya düzen partilerinin kuyruğuna takılmak ya da kendi bağımsız mücadelesini örgütlemek. İlk iki yol yenilgiyi garanti eder; üçüncü yol ise zorlu, meşakkatli ama emekçiler için tek gerçek kurtuluş seçeneğidir.
Emperyalizm çağında demokratik siyasal sorunlar kendiliğinden ya da yasal düzenlemelerle çözülemez. Tersine, düzen bu sorunları döne döne üretir.
***
Bugün yaşanan baskı dalgası, tam da bu kavşakta, muhalefeti seçim ve yargı labirentlerine hapsedip emekçilerin enerjisini sistemin sınırlarında tutma hedefi taşıyor. Bu nedenle demokrasi ve demokratik haklar mücadelesi, burjuva hukukunun dar kalıplarına sıkıştırılmadan, emekçi sınıfların örgütlü gücüyle birleşik bir siyasal hatta taşınmak zorundadır. Aksi halde ya otoriter tahkimat kalıcılaşacak ya da “normalleşme” adı altında aynı sömürü düzeni yeni maskelerle yoluna devam edecektir.
Toplumsal öfkenin düzen partilerinin kuyruğuna yedeklenmesi, iktidarın işine gelmekten başka bir sonuç doğurmaz; bu yalnızca baskı rejiminin ömrünü uzatır, emekçilerin mücadele iradesini törpüler.
Oysa tarih göstermiştir ki, gerçek dönüşümler ancak işçi sınıfı ve emekçilerin bağımsız örgütlü mücadelesiyle mümkün olmuştur.
Sonuç olarak, iktidarın topluma dayattığı baskıcı politikalar, düzen muhalefetini hedef alan saldırganlığa indirgenemeyecek kadar kapsamlıdır. Asıl hedef, toplumsal muhalefeti bütünüyle tasfiye etmek, emekçilerin iradesini felç edip onları kölece çalışma ve yaşam koşullarına mahkum etmektir.
Bu saldırılar karşısında susmak kabul edilemez; fakat düzen içi bir hatta yedeklenmek de aynı ölçüde çıkışsızdır. Çözümün yolu, emekçi sınıfların düzen sınırlarını aşan mücadelesini büyütmekten geçmektedir. Bu yol uzun ve zahmetli görünse de toplumu baskı ve zorbalık rejiminden kurtarabilecek başka bir seçenek bulunmamaktadır.
Emekçilerin kendi öz gücüne güvenmesi, sömürü düzenini hedef alarak örgütlenip mücadeleyi yükseltmesi gerçek kurtuluşun ön koşuludur.