AKP-MHP iş birliğiyle inşa edilen Saray rejimi, “yerli” kapitalist sınıflarla emperyalistlerin Türkiye’ye uygun gördükleri yönetim biçimini temsil ediyor. Bu rejim, belli bir döneme kadar, maharetli hilelerin de yardımıyla, ihtiyaç duyduğu seçmen desteğini sağlayabiliyordu. Ancak son yerel seçimlerde yaşadığı hezimetin ardından, ezberi bozuldu ve kendini tamamen baskı ve zorbalığa dayandırmaya başladı. Artık ne yasa, ne kural, ne de kaide tanıyor. Ele geçirdiği devletin zor aygıtlarını kullanarak, kendisine biat etmeyen kim varsa dize getirmeye çalışıyor. Bu pervasız saldırganlık, geçtiğimiz Mart ayından bu yana özellikle düzenin ana muhalefet partisi CHP’ye yönelmiş durumda.
Yargıyı basit bir aparat olarak kullanan iktidar, mahkeme, polis ve jandarma marifetiyle yol almaya çalışıyor. Bunların yetmediği yerde ise “mafya raconu” devreye giriyor. Muhaliflerini polis zoru ve yargı sopasıyla susturmak, milyonlarca kişinin oylarıyla (onların deyimiyle millet iradesiyle) seçilmiş kişileri kendine göre gerekçelerle toplayıp zindanlara atmak Saray rejimi için artık olağan bir yönetme biçimi sayılıyor. Rakiplerini yolsuzluk gibi iddialarla hapislere atanların kendi kepazelikleri ortalığa saçıldığında başvurdukları yöntem ise pişkin açıklamalarla üste çıkmak oluyor. AKP kitabına bile uydurma zahmetine girmeden içeri attığı bazı muhaliflerine başka seçenekler de sunuyor tabii. “İtirafçılık” ya da son tahlilde iktidarın suç aygıtlarının dişlilerine gidecek olan duruma göre birkaç yüz bin, duruma göre birkaç milyon dolar rüşvet vermek bu kıskaçtan az yara alarak kurtulmanın yolu olarak sunuluyor. Yargının şerhinden para ile kurtulmak isteyenler için mahkeme borsaları kuruluyor.
***
AKP-MHP iktidarı ve onların etrafında öbekleşen güç odakları işi öyle bir noktaya vardırdı ki, düzenin bir tür “kutsalı” seçme ve seçilme hakkı ve buna dayalı siyasal rejim bile rafa kaldırılıyor. Seçim sandıklarında hezimete uğrayan dinci-faşist rejim yargı, polis, jandarma, çete, mafya gibi aparatları aynı anda kullanarak kaybettikleri belediyeleri geri alıyor. Yani “seçmen iradesi” küstahça ve göz göre göre çiğneniyor. On milyonlarca kişiye, “sizin tercihlerinizin bizim nazarımızda hiçbir kıymeti yoktur” diyorlar. Hal böyleyken hiç utanmadan “millet iradesi” üzerine laflar edebiliyor, “Türkiye bir hukuk devletidir” diye vaazlar veriyor, “yetimin hakkını yedirmeyiz” naraları atabiliyor Tayyip Erdoğan’la müritleri.
***
Zorbalığı rüşvet, haraç, gasp gibi akçeli işler tamamlıyor. Yargı kurumu, mafya babaları, çete reisleri, kontrgerilla artıkları aynı anda harekete geçiriliyor. Birileri tehdit ve şantajla para sızdırıyor, birileri milyon dolarlar karşılığında suçsuz yere tutuklanan kişileri serbest bırakmayı vaat ediyor, birileri CHP’den şu veya bu belediye başkanını AKP’ye devşirmek için aracılık ediyor.
Saray rejiminin pis işlerde kullandığı bazı kişilerin suçları ve adlarıyla ifşa edilmesi, kurulan bazı kumpasların ortaya çıkarılması ise pek bir şeyi değiştirmiyor. Üç beş kişi feda ediliyor. Kimileri şimdilik mevki ve ayrıcalıklarını terk etmek zorunda kalıyor. Ancak aynı oyunlara dayalı yeni tutuklama furyaları devam ediyor. Dinci-faşist rejimin militarist aygıtları düzenin yasalarını ayaklar altına alarak işlerine devam ediyorlar.
***
Bu sıralar “Saray entrikaları” da eksik olmuyor. Dinci-faşist rejimin bileşenleri, zaman zaman birbirlerinin kirli işlerini ifşa ediyor. MHP, AKP bağlantılı çete mensuplarını suçüstü yakalatırken; AKP de MHP bağlantılı silahlı çetelere operasyon düzenliyor. İktidar ve rant paylaşımından kaynaklanan gerilimler nedeniyle, Saray rejiminin klikleri birbirlerinin pis işlerini yer yer açığa vursa da, elbette çok ileri gitmiyorlar. Zira suç ortaklığı temelinde kurdukları “simbiyotik” ilişki nedeniyle AKP-MHP ikilisi hâlâ birbirine bağımlı durumda. Devletin kurumlarını ve iktidarı paylaşan bu dinci-faşist partiler, zorbalık rejimini ayakta tutmak söz konusu olduğunda, muhaliflerine birlikte saldırıyor, kumpasları birlikte kuruyor, aynı anda harekete geçiyorlar. Kendilerine direnç gösteren bir sınıf hareketi ya da güçlü bir toplumsal mücadele olmadığı için, kirli, kanlı ve akçeli işlere dayanan rejimlerini sürdürebiliyorlar.
***
Dört bir yana pis kokular saçan bir lağımı andıran bu rejimin şefleri, tüm bunlar yaşanırken pişkinlikle demokratikleşmeden söz etmeyi kimseye bırakmıyor. Güya Kürt sorununu çözerek ülkeyi demokratikleştireceklermiş. Bu dincilerle faşistlerin demokratikleşmeye öncülük edeceği iddia ediliyor. Oysa bu, eşyanın tabiatına aykırıdır. En basit demokratik haktan bile nefret eden bir zihniyetin, herhangi bir konuda gerçek bir demokratik adım atması mümkün mü? ki, Kürt sorunu gibi temel bir konuda adım atmaları bekleniyor.
Bu sorunun çözümünde temel rol oynayacağı iddia edilen sözde çözüm komisyonuna Barış Anneleri çağrılıyor; ancak onlara orada bile Kürtçe konuşma yasağı getiriliyor. Böylece “ne kadar demokrat” olduklarını bir kez daha açıkça ortaya koyuyorlar.
***
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu günden bu yana her türden “demokratik” anlayışla sorunlu bir yapıya sahip olmuştur. Zaten sınırlı olan demokratik hak ve özgürlüklerin işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar tarafından kullanılması ise her fırsatta engellenmeye çalışılmıştır. Bu değişmeyen politikanın vardığı kaçınılmaz sonuç, bugün AKP-MHP iktidarı olmuştur.
Cumhuriyetin tarihsel evrimi içinde ortaya çıkan ve bugünkü Saray rejimiyle doruğa ulaşan bu baskı ve zorbalık düzeni demokratikleştirilemez. Onlara geri adım attırmak ve belirli demokratik hakları kabul ettirmek ise geçmişte olduğu gibi, bugün de ancak örgütlü sınıf mücadelesinin yükseltilmesiyle mümkündür.
Bugün eksik olan da tam olarak bu güçtür. Rejimin saldırılarını püskürtmenin ve artık her yanından çürümüşlüğün pis kokularının yayıldığı bu düzeni hak ettiği yere, tarihin çöplüğüne göndermenin yolu, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü mücadelesinden geçmektedir.