Arap basını Trump planını tartışıyor: İsrail’i kurtarma, Filistin'i tasfiye planı

Arap basınında Filistin’in, direniş gücü olmayan uluslararası bir sömürgeye dönüştürülmek istendiği ve planın aslında ABD’nin “büyük Ortadoğu planı”na dahil olduğu yorumları dikkat çekti.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 06 Ekim 2025
  • saat-icon
  • 12:30

Trump ve Netanyahu’nun, Gazze’deki savaşı sona erdirme iddiasıyla sunduğu planın Donald Trump’a Nobel Barış Ödülü kazandırıp kazandırmayacağı bilinmez ama bölgeye gerçek bir barış getireceğine kimse inanmıyor. Plan, Filistinlileri iki seçenekle baş başa bırakıyor: Ya sistematik bir siyasi tasfiyeyi kabul edecekler ya da soykırım devam edecek.

Bu nedenle Hamas ve diğer Filistinli direniş gruplarının vereceği yanıt kritik önem taşıyordu. Arap basınında hafta boyunca yapılan yorumlarda, Hamas’ın “şartlı kabul” dışında bir seçeneğinin kalmadığı yönündeki görüşler ağırlık kazandı. Bu yorumlara göre, bazı Arap ve Müslüman ülkelerin planı hızla desteklemesi ve Filistin saflarındaki parçalanmışlık, Hamas’ı son derece zor bir denklemin içine sürükledi.

Hamas’tan olumlu yanıt

Tartışmalar sürerken Hamas, cuma akşamı yaptığı açıklamada Trump’ın önerisine yanıtını ara buluculara ilettiğini duyurdu. Açıklamada, “Savaşı durduracak ve İsrail güçlerinin çekilmesini sağlayacak şekilde, Trump’ın önerisine uygun biçimde tüm esirlerin serbest bırakılmasını kabul ediyoruz” denildi.

Hamas, bu karara varılmadan önce liderlik kurumlarında kapsamlı tartışmalar yapıldığını, Filistinli gruplarla geniş istişareler yürütüldüğünü ve ara bulucularla temas kurulduğunu belirtti. Hareket ayrıca, planın ayrıntılarını görüşmek üzere derhal müzakerelere başlamaya hazır olduğunu açıkladı.

İsrail saldırıları sürdürdü

Hamas’ın plana olumlu yanıt vermesi uluslararası ve bölgesel aktörler tarafından memnuniyetle karşılandı. Trump, Hamas’ın “Kalıcı barışa hazır olduğunu” belirterek İsrail’e Gazze’ye yönelik bombardımanı derhal durdurma çağrısı yaptı. Hamas ise bu açıklamayı “cesaret verici” olarak değerlendirdi.

Ancak İsrail ordusu, planın ilk aşaması olarak öngörülen esir takasına hazır olduğunu ilan etmesine rağmen Gazze Şeridi’ne yönelik yoğun bombardımanını sürdürüyor. İsrail savaş uçakları ve topçu birliklerinin, Gazze kentindeki insani yardım çalışanlarını doğrudan hedef aldığı, yerinden edilmiş sivilleri ise zorla bölgeden uzaklaştırmaya çalıştığı belirtiliyor.

ABD-İsrail planı: Şantaj ve tasfiye arasında

Mustafa İbrahim
Al Kuds/Filistin

Sadece bir hafta önce resmi söylemler “diplomatik zaferler” ve “Filistin devletinin tanınması” ile doluydu, sanki gerçeklik aniden değişmiş gibi. Bazı liderler zaferin yakın olduğunu ve sevincin kapıda olduğunu pazarladı.

Ancak kısa sürede Trump ve Netanyahu’nun bizi sıfır noktasına geri götüren ve siyasi illüzyonlarımızın kırılganlığını ortaya koyan ortak açıklamasıyla uyandık. Gündeme getirilen, müzakere edilmeyen, hukuk ve adalet argümanlarıyla değil güç dengesiyle dayatılan bir plan; Filistinlileri ya sistematik bir siyasi tasfiyeyi kabul etmek ya da devam eden yok oluşla yüzleşmek gibi iki seçenekle baş başa bırakıyor.

Tasfiye planı ve Arap dünyasının tutumu

Trump’ın planını süslediği diplomatik diline rağmen özü açık: Kendi kaderini tayin hakkı yok, Filistin egemenliği yok, gerçek bir devlet için ufuk yok. Önerilen, uluslararası yönetim altında ve bölgesel onayla, İsrail’in güvenlik ve askeri hakimiyetinin toprak üzerinde devam ettiği, direnişin her türlü güç ve meşruiyetten arındırıldığı yeni bir manda biçimi.

Daha tehlikelisi, plan “barış fırsatı” olarak pazarlanırken aslında Gazze’deki insani felaketin, Filistin ulusal projesinden geriye kalanları tasfiye etmek için kullanılması girişimi. Hak eşitliği yok, saldırıların durdurulacağına dair güvence yok, işgalin sona erdirilmesine dair ciddi bir konuşma yok. Tek olan, Gazze’nin kimliğinin ve siyasi/askeri direnişinin dağıtılması karşılığında, yardım girişi ve koşullu yeniden inşa vaatleri.

Hayal kırıklığı sadece planın maddelerinden değil, Arap ve İslam dünyasının plana verdiği tepkiden de geldi. Bölgedeki bazı büyük devletler, “Savaşın durdurulması” başlığı altında, sanki katliamın durdurulmasının bedelini kurbanın ödemesi gerekiyormuş gibi, tebrik etmek için acele ettiler.

Filistin içindeki durum ve Hamas’ın ikilemi

Filistin iç siyaset sahnesi ise hâlâ bölünmüşlük ve parçalanmışlıktan, birleşik bir duruş ve etkin liderlik eksikliğinden mustarip. Filistin halkının içinde bulunduğu çaresizlik hali anlık değil, yılların yıpratma ve bölünmüşlüğünün sonucu.

Bugün Hamas kritik bir yol ayrımında. Planı kabul etmek teslimiyet, reddetmek ise savaşın tırmanması ve katliamın devamı olarak yorumlanıyor. Ancak mutlak kabul ile mutlak ret arasında, Filistinlileri korumayı ve ulusal projenin onurunu muhafaza etmeyi hedefleyen, bir otorite veya parti konumunu korumak değil, meşru bir siyasi manevra alanı var.

Çıkış yolu ve sorumluluk

Amerikan planı, taşıdığı tüm trajediye rağmen kaçınılmaz bir kader değil. Filistinliler daha önce Balfour Deklarasyonu’ndan yüzyılın anlaşmasına kadar düzinelerce tasfiyeci projeyi bertaraf ettiler. Ancak bu planın bertaraf edilmesi sadece kınama bildirileriyle olmayacak. Gerçek bir ulusal birlik, kucaklayıcı bir siyasi söylem ve halkın/uluslararası mücadelesinin araçlarının etkinleştirilmesiyle mümkün.

Gördüğümüz şey sadece bir plan değil, aynı zamanda yeni bir gerçeklik dayatma girişimi: Direnişsiz, temsilsiz, dış vesayet altında bir Gazze. Ama tıpkı önceki planların başarısız olduğu gibi, Filistinliler doğru duruşun cesaretine ve birlik olmanın gücüne sahip olurlarsa bu plan da bertaraf edilebilir. Çünkü tarihi sadece güçlüler yazmaz; aynı zamanda irade, bilinç ve yenilgiyi yeni bir başlangıca dönüştürme yeteneğine sahip olanlar da yazar.

Trump-Netanyahu planı: Gizli teslimiyet ve planlı Filistin tasfiyesi

Muin Rifai*
Al Ahbar/Lübnan

Beyaz Saray’ın, Donald Trump ile Benyamin Netanyahu’nun Oval Ofis’teki görüşmesiyle eş zamanlı olarak açıkladığı Gazze’ye yönelik saldırının durdurulmasına ilişkin planın dikkatli bir şekilde okunması, tek ve tartışmasız bir sonuca götürür: Ortaya konulan şey, lanse edildiği gibi savaşın durdurulmasına yönelik bölgesel bir anlaşma değildir; aksine, iki yıl boyunca kesintisiz katliamlar ve soykırım yürütmesine rağmen işgalin sahada başaramadıklarını gerçekleştirmek üzere özel olarak tasarlanmış bir Amerikan-İsrail planıdır. Planın maddelerine derinlemesine bakıldığında, bunun “yeni Ortadoğu” ve “büyük İsrail” projesinin daha kaba ve daha açık bir şekilde formüle edilmiş devamından başka bir şey olmadığı ortaya çıkar.

Plan, sanki bir teslimiyet anlaşmasıymış gibi sunulmuştur. Direnişin; itiraz etme, değiştirme, hatta açıklama talep etme hakkı olmaksızın kabul etmesi gereken bir belge olarak. Maddeleri açıkça direnişin tümüyle silahsızlandırılmasından, savaşçılarının dağıtılmasından ve tüneller ile silah fabrikaları dahil altyapısının yok edilmesinden söz ediyor. Siyasi boyutta ise Gazze’nin yönetiminin, Trump’ın bizzat başkanlık edeceği ve siyasi olmayan Filistinli teknokratlardan bir komite oluşturacak olan “barış konseyi” adı verilen yapı üzerinden doğrudan ABD yönetimine verileceği ilan ediliyor. Tony Blair’e ise bu çerçevenin kurgulanmasında merkezi bir rol veriliyor. Daha da kışkırtıcı olan, planın Gazze sakinlerini “rehabilitasyona” ve “aşırılıktan arındırmaya” muhtaç bir topluluk gibi ele alması; sanki hayatın doğal akışından topluca sapmış suçlularmış gibi.

Plan, İsrail’in esirlerinin 72 saat içinde serbest bırakılmasını ve çekilme sırasında ve sonrasında güvenlik ihtiyaçlarının karşılanmasını ayrıntılarıyla güvence altına alırken, Gazze halkının temel haklarını neredeyse tamamen göz ardı ediyor. Mültecilerin evlerine dönmesi için gerçek güvenceler sunmuyor; yeniden imar veya saldırıdan yaralı kalanların ve uzuvlarını kaybedenlerin tedavisi için zaman çizelgesi belirlemiyor; bunun yerine genel ve muğlak vaatlerle yetiniyor.

İnsani taahhütler olarak belirtilenler ise, 19 Ocak 2025 tarihli anlaşma uyarınca 600 gıda yardımı tırının girişine izin verilmesinden ibaret; bu da kuşatmanın örtülü biçimde sürdürülmesini pekiştiriyor. Daha da kötüsü, plan, silah bırakan direnişçilere “af” tanınmasından bahsediyor ki bu ifade, onların kanlı bir işgale karşı haklı bir mücadele veren kişiler değil, suçluymuş gibi görülmesi anlamına geliyor.

Plan bununla da yetinmiyor; Filistinlilerle bağlantılı herhangi bir uluslararası kuruluşun yardımların dağıtımını denetlemesini de yasaklıyor; bu da İsrail’in uzun süredir hedef aldığı UNRWA’nın (Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı) bilinçli biçimde devre dışı bırakılmasına açık bir gönderme niteliği taşıyor.

Maddelerden birinde, Gazze’nin yeniden inşasının “modern Ortadoğulu şehirler” kurmakta uzmanlaşmış uluslararası kuruluşlarla iş birliği içinde yapılacağından bahsediliyor ki bu, açıkça, daha önce Blair ve Kushner tarafından formüle edilen “Great Trust” projesine bölgenin bağlanacağına işaret ediyor. Bu da Gazze’yi Trump ve ortaklarının himayesi altında büyük şirketler için bir yatırım pazarına dönüştürüyor. Bu ekonomik boyut, siyasi ve güvenlik planının diğer yüzünden ibaret olup, Gazze’nin bütünüyle Amerikan-İsrail hakimiyet sistemine tabi kılınması anlamına geliyor.

Filistin’in iç durumu açısından ise plan, Filistin yönetimini ancak belirli taahhütler ve şartlar çerçevesinde tanıyor; bu da ileride Filistin devletinin kurulmasının “meşru bir hak” olarak değil, sadece “tartışılabilir bir talep” olarak gündeme gelmesine izin verebilir, fakat bu sürecin gerçekleşmesine dair hiçbir taahhüt içermiyor. Hatta Filistin-İsrail diyaloğu bile “İbrahim Anlaşmaları” çerçevesine yerleştiriliyor; fakat ne doğrudan müzakerelere ne de İsrail’in yönetimle ilgili taahhütlerine dair herhangi bir atıf bulunuyor. Bu da planın herhangi bir gerçek çözüm ufku sunmadığını, aksine Filistin davasını aşamalı biçimde tasfiye etmeyi hedeflediğini gösteriyor.

Daha tehlikelisi ise bu formülün sahneye sekiz Arap ve İslam ülkesini dahil ederek pazarlanmış olması; bu da Netanyahu’yu şu sözleri sevinçle dile getirmeye sevk etti: “Hamas bizi uluslararası alanda abluka altına almak istedi, biz onu Arap ve İslam dünyasında ablukaya aldık.” İşte planın sinsi boyutlarından biri burada ortaya çıkıyor: Direnişi askeri ve siyasi yollarla kıramayınca, onu Arap ve İslam çevresinden kuşatmaya çalışma girişimi.

Şüphe yok ki açıklananlar direniş üzerinde büyük bir medya ve gösteri baskısı oluşturuyor; ancak özünde gerçeklikten uzak. Çünkü Amerikan yönetimi ve İsrail, 2 yıl süren saldırı boyunca ilan ettikleri hiçbir hedefi başaramadı. Ne Gazze’nin direncini kırabildiler ne de direnişi etkisizleştirebildiler. Bu nedenle planın amaçlarından biri de direnişi onu kamuoyu önünde reddetmeye zorlamak, ardından “Barış için sunulan son fırsatı heba etmekle” suçlayarak tüm sorumluluğu onun üzerine yıkmak ve böylece uluslararası arenada çökmekte olan İsrail imajını kurtarma girişiminde bulunmaktır.

Yaşananlar, bölgenin yeniden şekillendirilmesine dönük Amerikan-İsrail projesinin yeni bir safhasından ibarettir. Bugün Filistinlilere sunulan şey, örtülü bir teslimiyet dayatması ve davalarının sistematik olarak tasfiyesi niyetidir. Dahası, bu planın etkilerinin yalnızca Gazze, Batı Şeria veya Kudüs ile sınırlı kalmayacağı; Lübnan, Suriye ve İran gibi bölgedeki diğer ülkelere de yayılacağına dair açık işaretler vardır.

Bu plana karşı direnişin kararlılıkla tutumunu sürdürmesi, yalnızca Gazze’yi korumak için değil, Filistin’in haklı davasını savunmak ve tüm bölgenin “barış” ve “yeniden imar” sloganları altında yeni bir örtülü sömürgecilik aşamasına sürüklenmesini engellemek açısından son savunma hattıdır.

*Filistinli Araştırmacı ve Siyasetçi

Reddedilmek üzere hazırlanan plan, seçeneksiz bırakılan Hamas

Yahya Dabbuk
Al Ahbar/Lübnan

ABD Başkanı Donald Trump’ın İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki savaşını “Sona erdirme” planı, olsa olsa “muğlak bir siyasi belge” olarak tanımlanabilir; zira metninde bağlayıcı tarihler yok, bağımsız denetim mekanizmaları yok, ihlal durumunda cezalar yok, uygulamaya dair net garantiler yok, teknik ayrıntılar yok, hatta fiili olarak uygulanabilirlik imkanı dahi yok.

Bu türden bir belirsizlik, geçici bir boşluk değil, aksine önceden planlanmış bir stratejinin sonucudur. Bu stratejinin ana fikri şudur: İsrail ve ABD’ye, kendi çıkarlarına hizmet etmeyen taahhütlerden sıyrılma imkanı tanımak, buna karşılık uygulama yükünü ve başarısızlık halinde cezayı sadece Filistinli tarafa yüklemek.

Gerçekte bu plan, çatışmayı çözmek için değil, Filistinlilerin çıkarlarını, Hamas’ın konumunu veya Filistin davasının genel geleceğini hiçe sayarak, çatışmayı Washington ve Tel Aviv’in çıkarları doğrultusunda yönetmek için tasarlandı. Bu, iki paralel amaca hizmet eden sağlam bir stratejidir: Bir yandan, Trump’a “Taraflara güç kullanarak barışı dayatabildiği” iddiasına dayanan diplomatik bir zafer anlatısı sağlarken, diğer yandan İsrail’e hiçbir esaslı tavize fiilen bağlı kalmaksızın politikalarını sürdürmesi için uluslararası bir kılıf sağlıyor.

Dolayısıyla, Benyamin Netanyahu, planın sonucu ne olursa olsun, her koşulda kazançlı çıkıyor görünüyor. Eğer Hamas planı kabul ederse, o istediği koşullarla, yani İsrailli rehineleri kurtarmış, savaşı bitirmiş ve Hamas’ı nihai teslimiyete götürecek bir yol haritası belirlemiş olarak zaferini ilan edecek.

Eğer Hamas planı reddederse -ki hükümetindeki aşırı sağcılar bunu bekliyor ve umuyor- bu sefer de sadece Gazze şehrine değil, Filistinlilerin yerinden edilmesine ve Gazze Şeridi’nin kalıcı olarak ele geçirilmesine kadar varacak kapsamlı bir askeri operasyon başlatmak için bir gerekçeye sahip olacak. Mevcut haliyle plan, Filistinliler tarafından reddedilmesi durumunda, sonraki bir savaşın meşrulaştırılması için bir gerekçe; kabul etmeleri durumunda ise, İsrail tek bir kurşun dahi atmadan, sadece Hamas’ı değil, Filistin davasını da tasfiye etmeye yarayan bir araç niteliğinde.

Buna karşılık, Hamas’ın en iyi seçeneği ne mutlak reddetmek ne de koşulsuz kabul etmek; aksine rehinelerin serbest bırakılmasını ve diğer adımları birbirine bağlayarak pazarlık kozunu elinde tutacak bir “şartlı kabul” (evet ama…) olmalıdır; yani rehinelerin serbest bırakılmasını İsrail’in somut adımlarına bağlamak, maddi ve hissedilir garantiler talep etmek ve projenin karşılıklı tavizlere dayanan bir uzlaşma olarak yeniden tanımlanmasını sağlayacak adımlar istemek.

Böylece, Hareket’in önündeki en iyi seçenek, “çözümü engellemekle” suçlanmaktan kaçınmak olabilir. Bu da çekincelerini belirterek ve dengeyi bir nebze olsun sağlayacak değişiklikler yapmak için istişare talep ederek, onayını açıklayıp topu İsrail ve Amerikan tarafına atmak suretiyle gerçekleşebilir. Bu yaklaşım, diğer tarafın ortaya konan maddeleri görüşmek üzere müzakere masasına oturmayı reddetmesi durumunda, başarısızlığın sorumluluğunu -en azından eşit düzeyde- ona yükleme imkanı sağlayabilir.

Yusuf Ertaş – Evrensel / 06.10.25