"TKİP Merkez Yayın Organı EKİM'in Eylül 2025 tarihli, 338. sayısının Başyazısını siyasal durum ve güncel gelişmelere dair önemli açıklıklar getirdiği için okurlarımıza sunuyoruz."
Siyasal durum ve parti çizgisi
(Ağustos ayında partiye sunulmuş bulunan “Yeni Dönem ve Parti” başlıklı üç bölümlük kapsamlı bir parti içi raporun siyasal sorunlara ayrılmış ilk bölümüdür…)
Politik ve örgütsel görevlerle bağına kısaca işaret etmek dışında partiye raporlarda siyasal gelişmeler üzerine değerlendirmeler yapmıyoruz. Gelişmelere bağlı olarak yayınlanan temel önemde değerlendirmelerimizin bu ihtiyacı yeterince karşıladığını düşünüyoruz. Kaldı ki akmakta olan zaman içinde sayısız olaylar silsilesi yaşanıyor görünse de, gerçekte bunlar içinde bulunduğumuz tarihsel evreyi belirleyen olgu ve eğilimlerin güncel yansımalarından öte bir anlam taşımamaktadır. Bu güncel yansımaların varsa özgün anlamı ve yönleri, buna da günlük yayınlarımızda zaten işaret edilmektedir.
Dünya, Ortadoğu ve Türkiye’deki gelişmelerin anlam, etki ve sonuçlarına ilişkin olarak temel önemde değerlendirmelerimiz var. Dahası, özellikle son iki kongrenin bildirgelerinde, bu gelişmelerin tarihsel, teorik ve taktik anlamına ilişkin oldukça özlü sunumlara da sahibiz. Parti organ ve üyelerinin bunları el altında bulundurması ve bunlardan döne döne yararlanması gerekir. Bu gereğince yapılabildiği ölçüde, yeni güncel gelişmeleri anlamlandırmak ve gerekli sonuçlara konu etmek de alabildiğine kolaylaşacaktır.
Bu ön açıklamanın ardından dünya, Ortadoğu ve Türkiye’de yaşanan güncel gelişmelerin partinin siyasal çalışma ve mücadele gündemine ilişkin yönleri üzerine söyleyebileceklerimizi en kısa biçimiyle özetlemek istiyoruz.
Dünya:
- Günümüz kapitalist dünyası halen sonu gelmez bir krizler ve savaşlar döngüsü içindedir. İktisadi-mali temelin ürünü kriz çok boyutludur, toplumsal yaşamın hemen tüm temel alanlarını kapsamaktadır. Siyasal gericilik, polis devleti, faşist akımlar, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, militarizm, saldırganlık ve elbette savaşlar, bu krizin siyasal ve askeri yansımalarıdır. Bunlar bütünsel krizin ağırlığı altında sıkışan kapitalist-emperyalist dünya düzeninin onu aşmaya yönelik yol, yöntem ve araçları olarak ortaya çıkmaktadır.
Bütünsel krizin içe dönük alanında faturanın sistemli biçimde işçi sınıfına ve emekçi sınıflara ödetilmesi var. Bu sosyal yıkıma siyasal gericilik, temel hak ve özgürlüklere saldırı, polis devletine geçiş ve faşist akımların çok yönlü amaçlar çerçevesinde desteklenip palazlandırılması eşlik ediyor. Dış yüzünde ise emperyalist nüfuz mücadeleleri, ticari savaşlar, militarizm, görülmemiş boyutlarda bir silahlanma ve elbette gerekli her durumda saldırganlık, müdahale ve savaşlar var.
Bütün bunlar bir arada, dünya ölçüsünde ve elbette Türkiye’de, güncel mücadele içinde sosyal haklar ve temel özgürlükler için mücadelenin önemine ve olanaklarına işaret etmektedir. Öte yandan, emperyalist ve gerici savaşlar içinde bulunduğumuz dönemin değişmez olguları olduğuna göre, bu sorunu, elbette kapitalizmin dünya genelindeki krizi ile bağı içinde, işçilerin ve emekçilerin gündemine taşımak, emperyalist militarizme, saldırganlığa ve savaşlara karşı devrimci mücadeleyi geliştirmek, temel önemde bir başka güncel görevdir.
Bu güncel görevleri devrim perspektifi içinde ele almak devrimci partinin şaşmaz tutumu ve değişmez görevidir. Partimiz bu konudaki tutumunu dünya olaylarının gidişatına ilişkin tahlillerinde yeri geldikçe açıklıkla ortaya koymuştur. TKİP III. Kongresi Bildirgesi’nde yer alan şu pasajlar bunun en veciz ifadesidir:
“İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek, yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların ve emperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına yanıtı, bir kez daha devrimler olacaktır. Dünyanın dört bir yanında ve elbette Türkiye’de de.
“Bu tespit partimizin tüm mücadele, çalışma ve örgütlenme çabasının belirleyici ana ekseni durumundadır. Partimiz tüm güncel devrimci görev ve sorumluluklarına buradan bakmakta, geleceğin büyük mücadelelerine bu bakış açısı ile hazırlanmaktadır. Her biçimi ile burjuva gericiliğinin Türkiye toplumunu boğucu bir kuşatma altında tutması güncel olgusu geçici olmaya mahkumdur. Kapitalizmin onulmaz çelişkileri karşı konulmaz bir biçimde Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini bir kez daha devrimci sınıf mücadelesi alanına yöneltecektir. TKİP bu bilinçle, bundan beslenen bir devrimci güven ve iyimserlikle hareket etmekte, tüm güncel çabasını bu süreci hızlandırmaya yoğunlaştırmakta, bunu ise şaşmaz bir biçimde proletarya devrimi hedefine bağlamaktadır.
“Partimizin bilincine, pratiğine ve tüm hareket tarzına sinmiş bu bakış açısı, doğal olarak kongremizin gündemindeki sorunları ele alışını da belirlemiştir...” (Parti Sınıf Devrim! / TKİP III. Kongresi Belgeleri, s.12)
Ortadoğu:
- Ortadoğu halen de emperyalist saldırganlık, müdahale ve savaşların esas alanı olmayı sürdürüyor. Parti geçmişten bugüne bu konuyu farklı boyutlarıyla incelemiş, ortaya bugüne de ışık tutan önemli değerlendirmeler koymuştur. Bu değerlendirmelerden çıkan temel önemde sonuçlara, özellikle son iki parti kongresinin bildirgelerinde ayrıca yer verilmiştir. Bunlar Ortadoğu’da yaşanan güncel gelişmeleri anlamak ve doğru devrimci tutumlara konu etmek bakımından son derece açıklayıcı ve yol göstericidir. Bu gerçeği de gözeterek, burada güncel bakımdan önemli birkaç noktayı en kısa biçimiyle ifade etmekle yetineceğiz.
- 7 Ekim Aksa Tufanı saldırısı cüretli ve sarsıcı bir çıkıştı. Gömülmek istenen Filistin davasının yeniden tüm dünyanın gündemine oturmasında önemli bir rol oynadı. Fakat güç ve olanaklardaki muazzam dengesizlik, batı emperyalizminin her türlü desteğine sahip siyonist devletin soykırıma varan korkunç boyutlardaki karşı saldırısına yol açtı. Gazze’deki yaşam imkanları hemen tümden yok edilmiş Filistin halkı buna karşı hala da inanılmaz bir direnç ve dayanıklılık örneği sergiliyor olsa da, kayıpları ve çekmekte olduğu acılar görülmemiş boyutlardadır.
Bölgenin Amerikan işbirlikçisi Arap devletleri, Abraham anlaşmalarını sonuçlandırmak üzere Gazze’deki yıkımı ve soykırımı açıktan seyretmekte ve el altından desteklemektedirler. Amerikan işbirlikçisi Türk sermaye devletinin tutumu da özünde farklı değildir. Dinci-faşist iktidar açıktan söz dalaşıyla yetinmekte, İsrail savaş makinesine gündelik hizmet sunan askeri üslere dokunmayarak ve ticari ilişkileri el altından sürdürerek gerçekte siyonist devlete destek vermektedir.
Suriye’deki Baas rejiminin yıkılmasında oynadığı çok özel rol, dinci-faşist iktidarın siyonist devlete sunduğu bir başka temel önemde hizmet olmuştur. Siyonist devlet bu sayede alabildiğine rahatlamış, yeni Suriye toprakları ele geçirmiş, bu ülkenin hava sahasını İran’a karşı savaşta görüldüğü gibi sınırsız bir serbestlikle kullanabilme olanağı elde etmiştir.
Bütün bunlardan bir arada çıkan sonuç, her fırsatı kullanarak bütün bu gerçeklerin gündelik politik çalışmada işlenmesi, özellikle işçiler arasında başta Filistin olmak üzere Ortadoğu halklarıyla dayanışma bilinci ve eyleminin geliştirilmesidir. Burada dinci-faşist iktidarın emperyalizmin ve siyonizmin hizmetinde sergilediği açık-gizli suçları döne döne ortaya koymak özellikle önemlidir. Bunu özellikle gözettiği içindir ki, TKİP VII. Kongresi Bildirgesi, Filistin bahsinde bu konuya bir ara başlık (Filistin sorunu ve AKP iktidarının ikiyüzlülüğü) ayırmak yoluna gitmiştir.
- Ortadoğu’da yakın zamanların bir başka önemli gelişmesi, kendini “direniş ekseni” olarak tanımlayan bölge güçlerinin emperyalist-siyonist saldırılar karşısında önemli darbeler alması, bazı önemli mevzilerini tümden ya da kısmen kaybetmesidir. Suriye’de artık Baas rejimi yok, yerini emperyalizme ve siyonizme yaltaklanarak ayakta durmaya çalışan cihatçı bir çete yönetimine bırakarak sahneden çekildi. Bu, siyonist devletin saldırıları altında zaten ağır darbeler almış bulunan Lübnan Hizbullah’ına da yeni bir büyük darbe oldu. Ayakta kalmayı başarsa da Hizbullah halen emperyalizmin, siyonizmin ve Arap gericiliğinin birleşik politik-askeri ve diplomatik kuşatması altındadır. Suriye’deki gelişmeler ve Hizbullah’ın darbelenmesi, siyonist devlete nihayet İran’a saldırmak için de uygun bir fırsat sağlamış oldu. Emperyalizmin çok yönlü desteği, dahası doğrudan katılımı ile gerçekleştirilen bu saldırı karşısında İran dikkate değer bir dayanıklılık gösterse ve kendisi de İsrail’e etkili darbeler vursa da, bu aldığı büyük ve yıkıcı darbelerin önemini ortadan kaldırmıyor.
Partimiz için bu kapsamdaki gelişmeleri değerlendirmenin karmaşık bir yönü yoktur. Nitekim bu basınımızda güncel olaylara paralel olarak yapılmaktadır. İlkesel ve politik önemi bakımından belki bir kez daha üzerinde durulması gereken konu, İran ile “direniş ekseni” olarak anılan güçlere ilişkin tutumdur. Partimizin bu konudaki tutumu 2007’de toplanan II. Parti Kongresi’nden itibaren yeterli açıklıkta ortaya konulmuş, izleyen kongrelerde ise yeri geldikçe yinelenmiştir. Konu üzerinde daha da yakın zamanlarda “Filistin sorunu ve direnişin sorunları” başlıklı metinde ayrıca durulmuştur. (Devrimi ve Devrimci Birikimimizi Savunuyoruz! TKİP VII. Kongre Belgeleri, s.171 vd.)
Bununla da bağlantılı olarak, İran-İsrail savaşı karşısında alınması gereken tutum üzerine solda görülen kafa karışıklıkları üzerine ise şunlar söyleyebiliriz: İran durduk yerde ani bir emperyalist-siyonist saldırının hedefi olmuştur ve buna karşı kendini savunması tümüyle haklı ve meşrudur. Fakat bu meşruluğu tanımak ile savaşta İran destekçisi olmak tümüyle farklı tutumlardır. Bizim için sorun taraflardan birini, somut olarak İran’ı desteklemek değil, fakat bölgesel düzeyde emperyalist ve siyonist saldırganlığa kararlılıkla karşı durmaktır. Partinin kullandığı “Emperyalizm ve siyonizm yenilecek, direnen halklar kazanacak!” şiarı bu tutumun veciz bir ifadesidir. Burada hedef alınması gerekenler ile desteklenmesi gereken güçler bir arada tanımlanmaktadır. Hedef emperyalizm ve siyonizm (ve elbette, bölgede onunla doğrudan ya da dolaylı olarak işbirliği içindeki tüm gerici güçler), desteklenmesi gereken ise direnen halklardır. Dinsel biçim içinde burjuvazinin çıplak diktatörlüğünün kaba bir örneğini sergileyen İran gericiliği hiçbir biçimde “direnen halklar” kapsamında değildir. ABD emperyalizminin 1991 ve 2003’teki Irak müdahaleleri karşısındaki tutum ve çizgimiz, bu konuda da yol gösterici olmalıdır. Irak’a karşı saldırganlığa ve işgale etkili biçimde karşı çıkmış, fakat hiçbir biçimde Irak Baas gericiliğini savunmak konum ve tutumuna düşmemiştik. Aynı çizgiyi emperyalizmin ve bölge gericiliğinin Suriye’deki Baas rejimini yıkmaya yönelik saldırısı esnasında da izledik.
Partinin propaganda-ajitasyonu halkların direnişini ön plana çıkarmalı, bunu yaparken de dinsel, mezhepsel, etnik özellikleri baskın durumdaki direniş akımları hakkında herhangi bir hayale mahal vermemelidir.
Yineliyoruz: Bu, öncesi bir yana, II. Parti Kongresi’nden beri ortaya koyduğumuz temel önemde bir bakış açısıdır. II. Parti Kongresi Bildirgesi’nin ilgili bölümü, Ekim’in Ocak 2024 tarihli 331. sayısında Filistin Konferansı’nın eki olarak sunuldu. (Devrimci Örgüt yaşamsaldır! / TKİP II. Kongresi Belgeleri, s.19-21)
Bu çok önemli sorun, VI. ve VII. Kongre bildirgelerinin Ortadoğu’ya ilişkin bölümlerinde ayrıca bütünsel bir çerçeve içinde ortaya konulmuştur. VI. Parti Kongresi’nin konuya ilişkin değerlendirmelerinden bazı pasajları aşağıya alıyoruz:
“- Ortadoğu’da bir dönem Baas türü burjuva milliyetçi akımların tuttuğu yeri şimdilerde İran eksenli ve daha çok Şii kimlikli akımlar doldurmaktadır. Kendisini ‘direniş ekseni’ olarak da tanımlayan bu akımlar, halen bölge halklarının emperyalizme ve siyonizme karşı gösterdiği direncin bir yönünü temsil etmektedirler. Bölge düzeyinde devrimci alternatifin belirgin zayıflığı koşullarında, bölge solunun bir kesimi de bu ‘eksen’e sempatiyle yaklaşabilmektedir.
“- Kendi içinde de farklı konum ve çıkarların temsilcisi olan bu heterojen güçler topluluğunun emperyalist planlara ve siyonist İsrail’e karşı gösterdikleri direncin bugünkü koşullarda belli bir anlamı kuşkusuz vardır. Nitekim bölgenin devrimci partileri taktik politikalarında bu olguyu gözetmektedirler. Kaldı ki emperyalizmin ve bölge gericiliğinin müdahaleleri karşısında şu veya bu ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel ya da kültürel topluluğun, mülk sahibi sınıflar önderliğinde olsa bile, kendini savunma ve direnme hakkı meşrudur.
“- Fakat bu tutum söz konusu akımların gerçek sınıf konumları, dolayısıyla gösterdikleri direncin anlamı ve sınırları konusunda herhangi bir hayale yol açmamalıdır. Çıplak bir gerici burjuva diktatörlük olan ve bölgesel düzeyde kendi hesapları bulunan İran bir yana. ‘Eksen’in hemen tüm bileşenleri de sınıfsal açıdan burjuva-feodal ve ideolojik açıdan mezhepsel kimlikle sınırlanmış düzen içi akımlarıdır. Bu konum ve kimlikleriyle, halkların devrimci birliğini sağlamak olanak ve yeteneğinden yapısal olarak yoksundurlar.” (Sınıfa Karşı Sınıf! / TKİP VI. Kongresi Belgeleri, s.61-62)
Ortadoğu ile ilgili olarak üzerinde duracağımız son bir konu, bölgesel düzeyde Kürt sorunu, daha özel olarak da Rojava sorunudur. Bu da yeri geldikçe partimiz tarafından incelenmiş, partinin konuya ilişkin çizgisi yeterli açıklıkta ortaya konulmuştur. Özellikle IV. Parti Kongresi’den itibaren (ki bu Suriye’deki gelişmelerin hemen sonrasıdır). Kürtlerin ulusal demokratik haklarını ve buna dayalı kazanımlarını savunmak işin bir yanı, Kürt parti ve gruplarının emperyalist ve siyonist güçlerle girdikleri ilişkilerin anlamını ve sonuçlarını açıklıkla ortaya koymak ve teşhir etmekse öteki yanıdır. Bu konuda 30. Yıl Konferansı Bildirgesi’nin “Ortadoğu ve Kürt sorunu” başlıklı III. Bölüm’üne özellikle bakılmalıdır. (Ekim Devrimi’nin Yol Göstericiliğinde ve 30 Yılın Birikimiyle! / TKİP 30. Yıl Konferansı Belgeleri, s.21-26)
Bu aynı çerçeve TKİP VI. Kongresi Bildirgesi’nde bir kez daha özlü bir biçimde sunulmuştur. Oradan aktarıyoruz:
“Partimiz, mazlum Kürt halkının tümüyle meşru ulusal özgürlük ve eşitlik istemlerini, Kürdistan’ın tüm parçalarında elde ettiği ulusal demokratik kazanımları savunmaya devam edecektir. Bunları gasp etmeye ya da sınırlamaya yönelik tüm gerici girişimlere karşı Kürt halkının yanında yer alacaktır. Öte yandan Kürt partilerinin emperyalizmden ve siyonizmden medet uman, böylece mazlum bir ulusun haklı ve meşru davasını lekeleyen, bu arada bölge halklarının çıkarlarını hiçe sayan politikalarını aynı açıklıkla mahkûm etmektedir. Partimiz, emperyalist güçlerin yakın tarihteki sayısız ihanetine rağmen inanılmaz bir dar görüşlülükle sürdürülen bu politikanın bölge halklarının ve yanı sıra bizzat Kürt halkının kendisi için barındırdığı felaketli sonuçlara her vesileyle dikkat çekecektir.” (Sınıfa Karşı Sınıf! / TKİP VI. Kongresi Belgeleri, s.65)
Bugünse yeni olan iki temel önemde gelişme var. Bunlardan ilki Suriye’deki Baas rejiminin yıkılması ve yerini emperyalizmin, Körfez eksenli bölge gericiliğinin ve Türkiye’nin denetimindeki cihatçı bir çete yönetiminin almasıdır. İkincisi ise Türkiye’deki “yeni süreç” ve bunun Rojava sorunu üzerinden karşı karşıya kaldığı büyük açmazdır.
Birinci gelişme, hiç değilse halihazırda başta ABD olmak üzere bir bütün olarak batı emperyalizmi için Kürtlere dayanma ihtiyacını ikinci plana düşürmüş, onları Suriye’de yeni düzeni kendi çıkarlarıyla tümüyle uyumlu HTŞ ile kurmak tercihine yöneltmiştir. Dahası özellikle ABD emperyalizmi Kürt güçlerinden idari ve askeri yapılarını dağıtarak bu yönetime tabi olmasını isteyebilmekte, bununla da kalmayıp Türk gericiliği ile işbirliği halinde bunu onlara dayatmaktadır. Suriye Kürtleri halen bunun ağır şokunu yaşamakta ve direniş göstererek bu dayatmadan kurtulmanın yollarını aramaktadırlar.
Bu olgu karşısında, 2018’de, yani yedi yıl önce toplanan TKİP VI. Kongresi’nin yukarıda aktardığımız uyarısına yeniden bakalım: “Partimiz, emperyalist güçlerin yakın tarihteki sayısız ihanetine rağmen inanılmaz bir dar görüşlülükle sürdürülen bu politikanın bölge halklarının ve yanı sıra bizzat Kürt halkının kendisi için barındırdığı felaketli sonuçlara her vesileyle dikkat çekecektir.”
İkinci önemli gelişmeye, “yeni süreç”e geçiyoruz. “Yeni süreç” kapsamında İmralı’dan yapılan silahları bırakma, her türden ulusal çözüm formu isteminden vazgeçme, bunu da “devlet ve toplumla bütünleşme” hedefi doğrultusunda yapma çağrısının ilkesel ve ideolojik çerçevesi ile Rojava’daki durum arasındaki derin uyumsuzluğa, daha baştan, bu teslimiyet çağrısını enine boyuna ele alan parti değerlendirmesinde işaret etmiştik:
“İki noktaysa şimdiden açıktır.
“Bunlardan ilki, heyetin kamuoyu önündeki sözcüsünün konuya ilişkin açıklamasıdır. Buna göre; Öcalan’ın ilkesel ve ideolojik belirlemeleri, dolayısıyla ulusal sorunda statü talebinin anlamsızlığı, doğal olarak Rojava’daki hareket için de geçerlidir, farklılık pratik durumlardan kaynaklanmaktadır.
“İkincisi ise, Rojava’da işlerin nereye varacağı, Trump Amerika’sının nasıl bir tavır alacağı, hangi taraftan yana ağırlık koyacağı ile sıkı sıkıya ilintili olması gerçeğidir. Aylar süren pazarlıklara rağmen açıklamada sorunun bu yanının bulanık kalması, muhtemeldir ki aynı zamanda halen bu alanda süren belirsizliğin bir yansımasıdır.
“Yeni sürecin bu en zayıf noktasının muhtemel akıbetini bekleyerek görebileceğiz.” (Kürt Hareketinin Büyük Dönemeci, Ekim, Sayı: 335, Mart 2025)
Çok beklememize gerek kalmadı. Yeni ABD yönetiminin tutumu çok geçmeden netleşti. ABD emperyalizmi halen Türk gericiliği ile anlaşma ve uyum halinde Suriye Kürtlerine cihatçı yeni yönetime teslimiyet ve uyumunu dayatmaktadır. Suriye Kürt güçleri ise haklı ve yerinde bir tutumla buna direnmektedirler. Fakat ABD emperyalizminin tutumunda şu veya bu nedenle belirgin bir değişiklik olmadığı koşullarda (ki bu da pekâlâ mümkündür) işleri çok kolay görünmemektedir. Zira bugüne kadarki güç ve dengelerde bu destek olmazsa olmaz koşuldu. Bundan yoksun bir durum ve konum, Suriye Kürt hareketi için büyük bir sorunlar ve güçlükler alanı demektir.
ABD’nin tutum ve tercihini şekillendiren ise yalnızca cihatçıların emperyalist-siyonist çıkarlara inanılmaz uyumu değil, yalnızca Türk gericiliği ile ABD arasında bölgesel çıkar ve politikalardaki uyum da değil, fakat aynı zamanda cihatçı yönetimin baş destekçisi Arap Körfez gericiliği ile köklü çıkarlara dayalı ilişkilere uyumdur. Bütün bu nedenlerle, ABD emperyalizminin halihazırdaki tercihlerinde köklü bir değişiklik imkânsız değilse de kolay da değildir. Bu, Kürtleri Rojava’da çok zor, muhtemelen de büyük kayıplarla sonuçlanacak çok acılı günlerin beklediği anlamına gelmektedir.
Rojava’daki Kürt hareketini teslim almaya, olmazsa eğer ezmeye yönelik bir gelişmenin Türkiye’deki “yeni” sürecin akıbetine etkisi ise bir öteki sorundur. Normal olarak bu, halen zaten son derece sancılı biçimde seyreden sürecin çökmesine yol açacaktır. Bundan kaçınmanın ise olanaklı iki yolu var. Türk burjuva gericiliğinin Rojava politikasını değiştirmesi ya da İmralı’nın devreye sokulması ile Rojava’ya yapılan dayatmalara boyun eğilmesidir. İlk ihtimali düşündürecek pek bir belirti yok halen. İkincisi ise olasılıklar içindedir, fakat kolay değildir. Kaldı ki bu sözde “süreci” kurtarmayacağı gibi, Öcalan çizgisindeki Kürt hareketini Türkiye’de ve bölgesel düzeyde çok daha büyük karışıklıkların içine itecektir ve muhtemelen de Suriye’deki kazanımların çok büyük ölçüde yitirilmesi ile sonuçlanacaktır.
Bütün bu durumlar ya da muhtemel gelişmeler karşısında parti çizgisinin ilkesel ve taktik çerçevesi, TKİP VI. Kongresi Belgeleri’nden yukarıya aktardığımız pasajlarda var. Buna burada daha 2012’den itibaren ortaya koyduğumuz ve yeri geldikçe yinelediğimiz bakış açısını da ekleyebiliriz:
“Bütün kazanımlarına ve çoğalan avantajlarına rağmen bölgenin toplamında Kürt sorununun akıbeti henüz belirsizliğini korumaktadır. Bunun gerisinde bölgenin yeni altüst oluşlara gebe olması gerçeği ile birlikte bölge gericiliğinin halihazırdaki gücü vardır. Belirsizliklerle dolu bu istikrarsızlık ortamında Kürt halkı kendi gücüne dayandığı ve bölge halklarıyla devrimci kader birliği çizgisinden kopmadığı ölçüde süreçten en iyi kazanımlarla çıkmayı başarabilecektir. Emperyalizmin bölgeyi kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirme çabalarından yarar umduğu ve daha da kötüsü buna alet olduğu ölçüde ise bölge halklarıyla birlikte bunun acısını çekmek akıbetiyle yüz yüze kalacaktır.” (Her Alanda Devrime Hazırlanıyoruz! / TKİP IV. Kongresi Belgeleri, s.61)
Türkiye:
Partimiz Türkiye’de düzenin tablosuna ve olayların gidişatına ilişkin olarak her önemli gelişmenin ardından güncellenen temel değerlendirmelere sahiptir. Kongre bildirgeleri ve Ekim’in başyazıları bu açıdan her parti militanı için vazgeçilemez başvuru kaynaklarıdır.
Bugünün Türkiye’sinin tüm öteki olayları ve gelişmeleri belirleyen üç temel gerçeği vardır. Bunlardan ilki, yirmi yılı aşan yönetimiyle bugün artık çürüme aşamasına varmış bulunan ve yazık ki bu arada kendisiyle birlikte toplumu da çok yönlü olarak büyük ölçüde çürüten dinci-faşist iktidar gerçeğidir. İkincisi, işçi sınıfı ve emekçiler için yaşam koşullarını günden güne daha da boğucu hale getiren ve halen herhangi bir çıkış ya da çözüm olanağından yoksun durumdaki ekonomik kriz gerçeğidir. Üçüncüsüyse, ilk ikisinin de kaçınılmaz sonucu olarak, dinci-faşist iktidarın ayakta kalmak için devlet aygıtının çıplak zorunu ölçüsüzce kullanmak dışındaki olanaklarını tüketmiş olmasıdır. Öylesine ki bu baskı, terör ve zorbalık rejimi artık burjuva muhalefetinin ana eksenini bile hedef alır hale gelmiştir.
Bin bir yol ve aldatmaca ile elde edebildiği oy desteği dinci-faşist iktidarın bugüne kadarki en büyük meşruiyet kaynağı idi. Gelinen yerde onu dönülmez biçimde yitirmiş durumdadır. Temel politikalarda kendisiyle esaslı bir sorunu olmayan ve kendisine esaslı herhangi bir güçlük de çıkarmayan düzen muhalefetine karşı sürmekte olan hoyratlığının nedeni de budur. Parlamentoyu çoktan işlevsizleştirmiş olan iktidar şimdi de genel oyu, dolayısıyla seçimleri anlamsızlaştırmanın, seçme-seçilme hakkını fiilen boşa çıkarmanın yollarını aramaktadır. Kayyım düzeniyle uzun yıllardır Kürdistan’da bunu zaten yapıyordu. Şimdiyse aynı durumu Türkiye için genelleştirme arayışı ve çabası içindedir.
İçerde baskı ve zor aygıtlarına dayanarak ayakta duran dinci-faşist iktidar, dışarda bunu emperyalizmin tam desteği ile birleştirmektedir. Bu destek öylesine tamdır ki, ülke içinde tüm kural ve ölçüleri ayaklar altına alan uygulamalara karşı resmi emperyalist çevrelerden herhangi bir ses çıkmamaktadır. Dinci-faşist iktidar bu desteği başta ABD olmak üzere emperyalizme hizmetine, emperyalist politika ve çıkarlara tam uyumuna borçludur. Ortadoğu’da izlediği çizgi bunun en açık, en kaba ve en arsız bir biçimi, dolayısıyla veciz bir ifadesi ve kanıtıdır.
Aşırı sıkışmışlığını baskı ve terörle dengelemeye çalışan iktidarın rahatlamak ve olanaklıysa destek almak üzere gündeme getirdiği bir başka manevra ise Kürt sorunu üzerinden “yeni süreç” olarak kodlanan girişimdir. Bu manevranın kamuoyuna yansımasının daha ilk adımında konu MK iç yazışmalarına şu tespitlerle yansımıştı:
“Kürt sorununa ilişkin son girişimlerin gerçek mahiyeti hala da bir açıklık kazanmış değil. Ama dinci-faşist gericiliğin girişimlerinin her halükârda hareketi boğmaya ve kendi konumunu güçlendirmeye yönelik olduğunu söyleyebilmek için derin tahlillere ihtiyaç yok. Sorunun kısmi bir yatıştırılmasına koşulların nispeten daha uygun olduğu 2005-15 yılları arasında yaşananları biliyoruz. Artık böyle koşullar yok, dizginlerinden boşalan bir gericilik var.
“Yine de iki nokta eklenebilir. Bunlardan ilki iktidarı yitirmemeye yönelik gerici hesap ve manevralarıdır. Öteki ise ABD-İsrail ikilisinin bölgesel planda Kürtler üzerinden hedeflediklerinin yarattığı kaygılardır. (Şu sıra basınımızda yeniden yayınlanan 2005 değerlendirmeleri bu açıdan da önemlidir). İktidarı ve muhalefetiyle genel olarak Türk gericiliğinin bu girişimlerden büyük huzursuzluk duyduğu bilinmektedir. Bunun önüne geçebilmek için Öcalan’ı bir imkân olarak değerlendirmek istiyor olabilirler. Ama bu da karşılığında bir şeyler vermeden olacak iş değildir...” (Kasım 2024 tarihli MK iç yazışmalarından…)
Sonraki gelişmeler bu ön tespitleri ayrıca doğrulamaktadır. Partinin 27 Şubat teslimiyet çağrısını izleyen değerlendirmeleri ise henüz çok yenidir ve yeterince açıklayıcıdır.
Bu tutarsızlıklar, belirsizlikler ve tuzaklarla dolu sürecin iktidarı rahatlatacak herhangi bir sonuç yaratması çok şüphelidir. Fakat şu veya bu nedenle tıkanması durumunda, dinci-faşist iktidarın ortaya 2015 Haziran sonrası senaryoyu aratmayacak bir kanlı ve kirli oyun koyması çok muhtemeldir. Fakat aynı oyunun benzer sonuçlar yaratması bu kez zayıf bir ihtimaldir. Böyle bir girişim iktidarın beklenmedik ilişkiler, güç dengeleri ve toplumsal tepkilerin birleşik etkisi altında çözülüşünü ve yıkılışını da pekâlâ hızlandırabilir.
Taktik sonuçlar
Tüm bunlardan çıkarılması gereken taktik sonuçlara gelince.
- İşçi sınıfının ve emekçilerin gündemi iktisadi krizin ürünü sosyal yıkım politikalarının boğucu etkisidir. Bu ise halen partinin gündelik faaliyetinin ana konusudur. Kriz kampanyasının buna ilişkin olarak hiç değilse düşünsel planda yaratmış bulunduğu açıklıkları gözeterek bu konuda yeni bir şey söylemek istemiyoruz.
Belki de çok özel ama aynı ölçüde de önemli bir noktanın altını çizebiliriz. Bu, VII. Parti Kongresi Kapanış Konuşması’nda “İşçi sınıfı ve laiklik” ara başlığı altında ortaya konulan şu temel önemde düşüncedir:
“... AKP’yi işçilere, dinci kimliğinden çok sermayenin hizmetinde bir gerici siyasal odak olarak sunmalı, bu kimliği üzerinden teşhir etmeliyiz. Burjuvaziye sömürü koşullarını en uygun şekilde yaratan, işçi sınıfı ve emekçilere düşman bir parti olarak sunmaya bakmalıyız. Yani iktisadi, sosyal sınıfsal içeriği ön plana çıkarmalıyız. AKP’nin çok belirgin, çok net, sınıfa, yoksul katmanlara ve ezilenlere karşı politikası var. Bunu hep öne çıkarmalıyız. AKP’yi laiklik düşmanı değil sınıf düşmanı olarak, işçilerin ve emekçilerin baş düşmanı olarak sergilemeliyiz. Erdoğan, ‘Bu ülkede grevi yok ettik. İşçi sınıfının grev hakkını elinden aldık. Bitirdik grevi’ diyor. Sınıf içindeki çalışmada dinci iktidara bu tür sorunlardan giderek vurması bilmeliyiz. Kuşkusuz AKP’nin dinci kimliğini ve dolayısıyla işçi sınıfı kitlelerini laik bir bilinçle eğitmeyi önemsemeliyiz. Fakat bunun bir propaganda sorunu değil, ancak sınıf mücadelesinin mantığı ve akışı içinde kazanılacak bir gelişme olabileceğini de unutmamalıyız.” (TKİP VII. Kongresi Belgeleri, s.83)
- İkinci önemli sonuç, keyfilikte ve zorbalıkta sınır tanımayan iktidar karşısında temel demokratik hak ve özgürlükler uğruna mücadelenin anlamı ve önemidir. Buna ilişkin bakış açısı ve sorunlar, daha önceleri orijinal hali partiye sunulmuş, daha kısaltılmış bir versiyonu ise halen basınımızda yayınlanmakta olan konferans metninde ortaya konulmuştur (Demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrim). Yerleştirilmeye çalışılan rejimi dizginlemede ve giderek dinci-faşist iktidarın çöküşünü hazırlamada bu mücadele halkası temel önemdedir. Bu aynı zamanda toplumsal düzeyde en geniş kesimlerin dahil edilebileceği de bir mücadele alanıdır. Aynı şekilde işçi sınıfı hareketinin politik düzleme çekilebilmesinin de temel önemde bir olanağıdır. VII. Parti Kongresi’nin bu son nokta üzerinde özellikle durduğunu bu vesileyle hatırlatmak istiyoruz:
“- Dinci-faşist rejimin yarattığı boğucu politik atmosfer, temel hak ve özgürlükler uğruna mücadeleye çok özel bir önem kazandırmıştır. Gerçekte bu alandaki sorunlar, işçi hareketinin kendine özgü ihtiyaçları yönünden de yakıcı bir hal almıştır. Örgütlenebilmek ve direnebilmek, sendikalaşabilmek ve grev hakkını etkin biçimde kullanabilmek için bile işçiler, bu mücadele alanına geçmek, temel siyasal özgürlükler uğruna mücadele etmek zorundadırlar. Aynı şekilde parti de içinden geçmekte olduğumuz dönemin özgün koşullarını göz önünde bulundurarak, sınıf hareketine politik müdahalesinde temel hak ve özgürlükler uğruna mücadeleyi özel bir biçimde öne çıkarmak durumundadır.” (TKİP VII. Kongresi Belgeleri, s.48-49)
- Siyasal mücadele düzleminde temel önemde bir başka nokta, düzen muhalefetinin yedeğine düşmek bir yana, ona ilişkin olarak yaratılmaya çalışılan boş hayallerle sistematik mücadeledir. Düzen muhalefeti halen saldırıların doğrudan hedefleri arasında yer aldığı için ister istemez ölçülü ve temkinli bir hareketlilik içindedir. Fakat tek adam rejimi karşısında devlet düzeninin parlamenter esaslara göre yeniden yapılandırılması dışında hiçbir temel konuda esasa ilişkin farklı bir şey söylememekte, söylememeye de özen göstermektedir. Emperyalizme ve tekelci burjuvaziye güven vermek hala da onun temel kaygısıdır. Bu ise onu gerçek ve yakıcı sorunlar ile bunların çözümleri konusunda bilinçli bir suskunluğa itmektedir.
Dinci-faşist iktidara karşı oluşan büyük toplumsal-siyasal hoşnutsuzluğu barışçıl mitingler sınırları içinde dizginlemek, bu aynı muhalefetin düzene (ve elbette sonuçta dinci-faşist iktidara) hizmet alanında halen yerine getirdiği bir başka önemli misyondur. Oysa gelişmelerin ulaştığı bugünkü boyutlar ve yarattığı açıklıklar, yasa ve yasakları hiçe sayacak, böylece fiili-meşru bir mücadele yolunu tutacak bir halk hareketi dışında dinci-faşist iktidarın çöküşünü hazırlayacak bir yol ve yöntemin olmadığını göstermektedir. Mevcut iktidar giderse eğer ancak bu yoldan gidebilecektir. Türkiye’nin bugünkü gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda, burjuva muhalefetinin muhtemel bir parlamenter başarısının yolu da ancak böylece açılabilecektir.
- Türkiye’yi çevreleyen tüm coğrafyada, fakat özellikle de Ortadoğu’da, emperyalizmin ve siyonizmin hizmetindeki dış politikanın sistematik teşhiri ve bölge halklarıyla eylemli dayanışmanın örülüp geliştirilmesi, bir başka önemli gündem maddesidir. Ortadoğu bölümünde buna zaten değinmiş bulunduğumuz için burada hatırlatmakla yetiniyoruz.
- Dinci-faşist iktidarın “gizli müzakereler” adı altında karanlık dehlizlerde planlanmış bir manevrası olarak “yeni süreç”in gerçekten bir başarı şansı olabilseydi, bu elbette onu geçici olarak rahatlatırdı. Ama halen ortada buna ilişkin hiçbir gerçek işaret yoktur. Suriye üzerinden yaşanan gelişmeler bu sözde süreci her ana çöküşe de götürebilir. Öcalan eksenli Kürt hareketi halen emperyalizm konusundaki hayallerinin ağır sonuçlarıyla Suriye üzerinden yüzleşme riskiyle karşı karşıyadır. Aynı akıbeti Türkiye’de dinci-faşist bir iktidardan Kürt sorununun demokratik çözümünü beklemek hayali üzerinden de yaşayacak gibi görünmektedir.
İkinci İmralı teslimiyetini simgeleyen 27 Şubat çağrısı (ve onu izleyen öteki çağrılar) Abdullah Öcalan’ın tüm hesaplarını kurulu düzenle uzlaşma ve bütünleşme üzerine yaptığını göstermektedir. Bu, tarihsel ve toplumsal temelleri derinlerde Kürt sorunu dinamiğinin devrimci stratejik niteliğini değiştirmez. Ama aynı gerçek, Öcalan eksenli Kürt hareketi için artık geçerli değildir. Bu kuşkusuz yeni de değildir. Ama yeni gelişmeler buna ilişkin temelsiz umutları artık tümden boşa çıkarmıştır. Yine de bu stratejik gerçeği taktik plandaki gerçeklerle karıştırmamak gerekir. Halen büyük ölçüde Öcalan çizgisindeki Kürt hareketinin denetiminde olsa da, Kürt halk hareketi Türkiye’nin bugünkü koşullarında demokrasi mücadelesinin çok önemli bir dinamiği ve bileşenidir. İzlenen çizgi hareketi sürekli geriye çekse de, nesnel süreçlerin mantığı onu kaçınılmaz olarak dinci-faşist iktidarla karşı karşıya bırakmaktadır. Parti güncel ilişkiler ve mücadelede büyük önem taşıyan bu gerçeği gözeten bir çizgi izlemelidir.
EK: Siyasal durum üzerine (Nisan 2025)
Siyasal duruma ilişkin bu nispeten geniş bölümü, MK’nın Nisan ayına ait partiye rapor taslağında yer verilen aşağıdaki pasajlarla noktalamak istiyoruz:
Önümüzdeki dönemde giderek koyulaşacağı anlaşılan faşist baskı ve terör rejimi uygulamaları, elbette öncelikle dinci-faşist koalisyonun kendi iktidarlarını koruma arayışının ürünüdür. Ancak bu eğilimi dünyada yaşanan gelişmelerden bağımsız ele almak, kapitalizmin içinde bulunduğu çok yönlü krizin politik ihtiyaçlarından soyutlamak ve ülkedeki derinleşen ekonomik kriz olgusuyla bağını gözden kaçırmak yanıltıcı sonuçlar yaratır.
Hem dünya hem de ülke ağır bir iktisadi-mali krizin içinden geçmektedir. İktidarın yer yer birbirini çelen ekonomik reçeteleri işe yaramamakta, sorunları hafifletmek bir yana sonuçların günden güne ağırlaşmasına yol açmaktadır. Krizin şiddetlenmesine bağlı olarak işçi-emekçilere ödetilen fatura katmerleştikçe buna karşı öfke ve tepki giderek büyümektedir. Bu öfke ve tepki kurulmaya çalışan baskı rejiminin önündeki en büyük engeldir.
Bu açıdan partinin dinci-faşist rejime karşı mücadelesinin ana eksenini, tam da kriz koşulları altında her geçen gün biraz daha kabaran ama henüz kendini eylemli bir biçimde dışa vuramayan öfke ve tepkinin örgütlenmesi, büyük bir yıkıma uğrayan emekçilerin dinci-faşist iktidarın karşısına kendi talep ve istemleriyle çıkarılmasının başarılması oluşturmaktadır. Bunun kendisi, faşist baskıcı otoriter yönelimlerin önüne set çekmenin en güçlü yolu olduğu kadar, meseleye devrimci çizgi ve esaslar üzerinden ele almanın da biricik güvencesidir. Kitlelerin mevcut bilinç durumunun, mücadele kapasitesi ve örgütlülük düzeyinin çok geri bir seyir izlemesi bu gerçeği değiştirmez. Bu durum sadece ilerici-devrimci güçlerin görevlerinin neler olduğunu ortaya koyar.
Tüm bunlardan çıkan sonuç, ekonomik kriz ve sonuçlarının önümüzdeki dönem içinde partinin en önemli gündemi olmaya devam ettiği, bu gündem üzerinden sürdürülecek mücadelenin dinci-faşist rejimi alt etmenin en önemli dayanağı olacağıdır.
Bugünün Türkiye’sinde baskı rejimine karşı mücadele iktisadi ve sosyal krize karşı mücadeleden, dolayısıyla bütünlüğü içinde sermaye düzenine karşı mücadeleden kopartılamaz. Bu temel gerçeği atlamak, yalnız sorunun devrimci bir tarzda ele alınmasını zora sokmaz, aynı zamanda kural tanımaz keyfi diktatörlük olgusunun sınıfsal neden ve dayanaklarını görünmez kılarak,bu mücadelenin daha baştan sakatlanmasına ve başarısızlığa uğramasına yol açar.
Parti bütün dikkatini geniş emekçi kitlelere, onların içinde bulundukları çalışma ve yaşam koşullarına karşı büyüyen öfkesine vermeli, bu öfkeyi örgütlemeli, ona mücadele kapasitesi kazandırmalı ve faşist baskı politikaları ile ekonomik yıkım programı arasındaki ilişkiyi esas alan bir eksende geniş emekçi kitleleri baskı rejiminin karşısına çıkarmaya çalışmalıdır.
Bunun kendisi işçi sınıfını siyasal bir mücadeleye yöneltmenin, dolasıyla siyasal bir eğitimden geçirmenin en somut yöntemi olduğu kadar baskı rejimini püskürtmenin de en güçlü yoludur.
(...)
Dinci-faşist rejimin hak ve özgürlüklere dönük saldırılarını püskürtmek ve yeni rejimin oturmasını engellemek halen solun genelinde öne çıkan önemli bir sorun ve gündem. Nitekim sol hareketin ve toplumsal muhalefetin değişik özneleri bu sorunu özel bir alan olarak öne çıkarıyorlar. Güç birliği arayışları, faşizme karşı cephe tartışmaları vb. öneriler bu güncel durum altında yeniden gündeme getiriliyor. Bunda kendi başına bir sorun yok. Saldırıların temel hedeflerinden birinin ilerici-devrimci hareket olduğu düşünüldüğünde, bu güçlerin yan yana durması, saldırılara karşı ortak tepki vermesi ve dayanışma içinde olması fazlasıyla önemli ve gereklidir.
Ancak unutulmaması gereken temel önemde bir nokta var. Dün dinsel gericiliğe, gelinen yerde ise ‘otoriterleşmeye’ karşı mücadelenin öncelikli görevleri gerekçe gösterilerek düzen muhalefetinin kuyruğuna takılmak, reformist sol çevrelerin yıllardır değişmeyen çizgisidir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından “özeleştirel” bir tartışmaya açılmış gibi görünen bu çizginin, artan baskı koşullarında yeniden ve daha kesin bir biçimde güç kazanacağı öngörülebilir bir durumdur. Oysa ki bu çizgi şu ana kadar elle tutulur hiçbir sonuç elde edememiş, reformist solda büyük iddialarla gündeme gelen güç birlikleri ise daha baştan kısır çekişmeler içinde çökmüştür. Genel olarak bu türden çabalar kitlelerin öfkesinin parlamenter zeminlere hapsedilmesine hizmet etmek dışında özel bir sonuca da yol açmamıştır.
Parti şu veya bu somut saldırı başlığı altında gerçekleşen ‘güç birliği’ ve ortak davranma arayışlarına kapalı olmayacak, saldırıların hedefi durumunda olan kurum ve kişilerle gerekli dayanışmayı gösterecek, ama eni sonu düzen muhalefetinin kuyruğuna takılmaya sonuçlanacak türden girişimlerin de dışında kalacaktır.
Ağustos 2025
TKİP Merkez Komitesi
Eylül 2025 tarihli EKİM 338. sayısından alınmıştır…
www.tkip.org