II. Dünya Savaşı yıllarında Japonya’da sinema devletin sıkı denetimi altındaydı. Yönetmenlerden cephedeki askerleri destekleyen filmler çekmeleri isteniyordu. Akira Kurosawa da bu atmosferde 1944 yılında The Most Beautiful (En Güzel) filmini yönetti. İlk bakışta faşist düzen için tipik bir propaganda filmi gibi görünen bu yapım, Kurosawa’nın hümanist penceresinde işçi sınıfının çelişkilerini görünür kılan bir belgeye dönüştü.
Zaten Kurosawa’dan bundan fazlasını beklemek de mümkün değildi. O hiçbir zaman açıkça sınıf mücadelesinde taraf olan sosyalist bir bakış açısına sahip olmadı. Onun dünyayı kavrayışı daha çok hümanist bir bakış açısıyla şekilleniyordu. Bu nedenle özellikle 1960’larda Japonya’da yükselen işçi ve öğrenci hareketleri sırasında “fazla bireyci” ve “işçi sınıfından uzak” olmakla eleştirildi.
1960’ların Japonya’sında Yeni Dalga Sineması (Nouvelle Vague), işçi sınıfının ve gençliğin isyanını, toplumsal baskılara karşı geleneksel değerlere meydan okuyan bir biçimde işlerken, Kurosawa ise geniş halk kesimlerinin direnişini ve toplumsal dayanışmayı vurguladı. Ama, devrimci değişim ve sınıf mücadelesinden ziyade, insanın içsel dünyası ve bireysel mücadele ile ilgilendi. No Regrets for Our Youth (1946) filminde üniversite öğrencilerinin militarizme karşı duruşunu işledi. Drunken Angel (1948) ve Stray Dog (1949) filmlerinde savaş sonrası Tokyo’nun sefaletini, yoksulluğu ve sistemin dışına itilmiş insanları anlattı. En bilinen filmi olan Seven Samurai’da (1954), yedi samurayın köylüleri eşkıyalardan korumasını anlattı. Film, bir samuray filmi gibi görünse de köylülerin dayanışmasını, sömürülenlerin örgütlenmesini ve toplu direnişi konu alan bir filmdi.
The Most Beautiful filmi de bu bakış açısıyla bir optik fabrikasında çalışan genç kadın işçilerin üretim kotalarını artırma mücadelesini anlatır. Filmdeki kadınlar, ağır baskılara rağmen kotayı doldurmak için gece gündüz çalışır. Kurosawa, onların yorgun yüzlerini, özlemlerini ve dayanışmalarını perdeye taşır. Kamerası devletin istediği gibi tek tip “itaatkâr işçi” imgesi yaratmak yerine, insani yanlarıyla işçi sınıfını resmetmeye odaklanır. Genç kadın işçilerin birlikte şarkı söylemeleri, birbirlerini teselli etmeleri ve dayanışma içinde üretimi sürdürmeleri, işçi sınıfının kolektif gücünün simgesi haline gelir. Kurosawa, bu gerçekliği yansıtmak için oyuncuların çekimler boyunca fabrikada kalmalarını ve fabrika yemekleri ile beslenmelerini de bir yöntem olarak tercih eder.
Japon devletinin sıkı denetimi altında savaş için çalışmayı kutsaması için çekilen bu film, işçilerin yaşadığı tükenişi perdeye taşırken, başka bir gerçeği de gösterir. İşçiler, devlet ve kapitalist patronlar tarafından insanüstü fedakârlıklarla çalışmaya zorlandıkları için sağlıklarını, gençliklerini ve hayallerini yitirirler. Ve bu durum yalnızca Japonya’ya özgü değildir. Tüm emperyalist savaşlarda işçi sınıfı, savaşın yükünü sırtlayan ve en çok bedel ödeyen kesim olmuştur.
The Most Beautiful, ayrıca savaşın kadınlar için ortaya çıkardığı koşulları da öne çıkarır. Erkeklerin cepheye sürüldüğü bir dönemde fabrikaların omurgasını kadın işçiler oluşturur. Bu, geleneksel cinsiyet rollerini sarsarken, aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesinde kadın işçilerin vazgeçilmez yerini de görünür kılar.
The Most Beautiful bir savaş dönemi propaganda filmi olarak çekilse de, Kurosawa’nın işçilerin bireysel hikayelerine duyduğu empati, filmi sıradan bir propaganda filmi olmaktan çıkarır. Kadın işçilerin gözyaşları, özlemleri ve küçük direniş anları ile perdeye yansıyan, işçi sınıfının değiştirmek zorunda olduğu gerçekliğidir.