Yükselen faşizm ve neoliberalizm

İşçi sınıfı, emekçiler ve mazlum halklar yaklaşan savaş ve yıkım karşısında, egemenlerin değirmenine su taşıyacak olan geri ve düzen içi anlayışları terk etmelidir. Emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı aldatıcı politikalara karşı sistemli bir mücadele yürütmelidir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 08 Temmuz 2025
  • saat-icon
  • 08:00

Neoliberal özgürlük anlayışının ruhu, “Laissez faire” (olmasına izin ver ya da ne isterlerse yapsınlar) düşüncesinde en genel ifadesini bulur. Burada temel vurgu özgürlüğün kendinedir fakat sorun tam da bu noktada başlıyor. Bir Marksist ile bir liberalin, özgürlük ve demokrasiye bakış açısı kategorik olarak temelden farklıdır. Liberalin aksine, Marksist, “hangi sınıf için özgürlük” veya “kimin için demokrasi” sorusunu sormak zorundadır. Çünkü “özgürlük ve demokrasi” gibi kavramları sınıflar üstü görmek, soyut ve son derece gerçek dışı olan burjuva bir anlayıştır.

Lenin, burjuvazinin, bu aldatmacayı “bütün ulusun iradesini birleştirmek ve kuzunun kurtlarla, sömürenin sömürülenle yan yana yaşaması olanağını yaratmak için tasarlandığına” * işaret eder. Neo-liberalizmin alameti-farikası da tam olarak burada kendini gösteriyor. Bugün başta Birleşmiş Milletler olmak üzere pek çok uluslararası kurum ve kuruluşun savaş dönemlerinde doğrudan, barış dönemlerinde ise dolaylı olarak egemen sınıflara hizmet ediyor olması bunun en önemli göstergelerinden biridir. Bu manada İsrail’in ve arkasındaki emperyalist devletlerin son birkaç yıl içinde sergilediği pratik oldukça öğreticidir.

Neo-liberal paradigmanın yarattığı değerler dizisi, “sınırsız özgürlük” anlayışı üzerine inşa edildi. İkinci emperyalist paylaşım savaşının ardından gündeme gelen ve 1980’li yılların başından itibaren güç kazanan bu anlayış, sadece ekonomik ve sosyal hakları değil, temel demokratik hak ve özgürlüklere yönelik saldırı politikalarının kapısını da ardına kadar açmış oldu. Böylece kamu malları özelleştirmeler ile sermayeye peşkeş çekildi, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlarının hakları tırpanlandı, yeni vergi dilimleri getirildi. Öte yandan taşeron sistemi ile sendikasızlık, düşük ücretler, ağır ve esnek çalışma koşulları, işsizlik vs. yaygınlaştırıldı.

Emek sömürüsü ya da genel olarak sömürü elbette yeni bir şey değil, fakat burada yeni olan şey “sömürü sınırının” bütünüyle kaldırılması ve genel burjuva ahlakının tek gerçek olarak kutsanmasıdır. Bu anlayış emek sömürüsünün sınırlarını alabildiğine genişletti ve tekellerin dünya zenginliklerini yağmalama mücadelesini öyle bir noktaya getirdi ki, nihayetinde, dünya yeni bir emperyalist savaşın eşiğine gelmiş bulunmakta. Öte yandan emperyalist-kapitalist sistemin politik ideolojisi haline gelen bu ucube anlayış, sosyal, siyasal ve kültürel planda kendi sınırlarına da ulaşmış durumda.

Uluslararası tekelci sermayenin işçi sınıfı ve emekçilere yönelik baskı ve zorbalığını giderek artırması, ekonomik ve sosyal kazanımlara yönelik saldırılar, savaş ekonomisine geçiş politikaları, şovenizmin körüklenmesi ve özellikle Avrupa’da faşizmin tekrar güç kazanması meselenin boyutlarını da gözler önüne sermektedir. Sosyal devlet politikaları, demokratik hak ve özgürlükler, insanlık hakları vb. gibi söylemlerin “en ileri ve en demokratik” ülkelerde dahi giderek tarihe karışması kapitalist emek sömürüsünün aldatıcı maskesini de parçalayıp atmış oldu.

Küresel çaptaki ekonomik ve siyasi kriz, bir taraftan emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çelişkileri derinleştirirken öte yandan kıta Avrupa’sında savaş ekonomisine geçiş ve silah üretimi çılgınlığına yol açtı. Ukrayna’da yaşanan savaşı bahane ederek silahlanma yarışına giren emperyalist devletler “savunma” sanayine devasa bütçeler ayırdılar. Almanya’da Rheinmetall, İngiltere’de Bae Systems, İtalya’da Leonardo gibi silah tekelleri üretim rekoru kırdıklarını açıklıyorlar. Dünyanın yeni dönemine savaş zılgıtları ve asker postallarının gümbürtüsü içinde giriliyor.

Batılı emperyalist devletlerin dümenini tuttuğu NATO gibi savaş ve iç savaş örgütlerinin bütçesi trilyon dolara dayanmış durumda. Başta medya olmak üzere, bir bütün olarak iletişim araçlarının kontrolünü elinde bulunduran emperyalistler, riyakarca “dünya barışından” bahsetme yüzsüzlüğünü de gösterebiliyorlar. Dünyada barışın sağlanması ise işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların ödemesi gereken bir bedel olarak empoze edilmektedir. Stalin, 1953 yılında verdiği bir röportajda tam olarak bu meseleye işaret ederek “Bir ülkenin silahlı kuvvetlerini artırması ve silahlanma yarışı, savaş sanayilerinin gelişmesi ile sonuçlanır, bu durumda sivil sanayi kısılır, büyük bayındırlık işleri durur, vergiler ve gündelik tüketim mallarının fiyatları artar”** demiştir.

İşçi sınıfı, emekçiler ve mazlum halklar yaklaşan savaş ve yıkım karşısında, egemenlerin değirmenine su taşıyacak olan geri ve düzen içi anlayışları terk etmelidir. Emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı aldatıcı politikalara karşı sistemli bir mücadele yürütmelidir. Bu da ancak, işçilerin birliği halkların kardeşliği temelinde mazlum halkalara yönelik saldırılara karşı şovenizmin etkisini kırmak, sınıfı kötürümleştirip hareketsiz hale getiren yozlaşmış sarı sendikaları dağıtmak, öncü bir işçi sınıfı kuşağı yaratmak, emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı sistematik olarak mücadele yürütmek, enternasyonal dayanışmayı geliştirmek, bağımsız devrimci sınıf örgütlerini güçlendirmek ve işçi sınıfı öncülüğünde geniş emekçi yığınları demokrasi mücadelesi içinde eğiterek burjuvazinin egemenliğini parçalamakla mümkündür.

*  V. İ Lenin – Toplu Eserler Cilt-26 (s. 498)

** Joseph Stalin – Son Yazılar (s. 136)

K. Torlak