Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, Birleşik Krallık’ta Corbyn ve Sultana öncülüğünde kurulması planlanan yeni sol partinin potansiyelini değerlendirirken, Avrupa’nın son on yıllarda tanık olduğu benzer umutlarla doğmuş ama çoğunlukla sistem içi uyumla eriyip gitmiş girişimlerin –Syriza’dan Podemos’a, Die Linke’den Respect’e– tarihsel serencamından hareketle temel bir stratejik açmazı ortaya koyuyor: Sosyalist siyasetin bir “seçim partisi”ne indirgenmesi, devletle mücadele değil, onun kurumsal mantığına rıza üretimidir.
John Rees’in sunduğu bu eleştirel çerçeve, reformist solun yapısal zaaflarına, seçkinciliğe, parlamentarizme, liberal kimlik siyasetinin sınıfsal körlüğüne ve yerelciliğin ideolojik idealizasyonuna dair yalnızca politik değil, aynı zamanda tarihsel ve teorik düzeyde de uyarıcı bir muhasebe niteliğinde. Bu muhasebenin tarihsel hafızası, solun 20. yüzyıl boyunca karşılaştığı stratejik kırılmalara doğrudan referans verirken, örgütlenmenin sınıf ekseninden koparılmasının kaçınılmaz biçimde ideolojik tasfiyeye yol açtığını gösteriyor.
1900‘lerdeymişiz gibi bir parti mi?
John Rees
Counterfire
27 Temmuz 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Jeremy Corbyn ve Zarah Sultana’nın yeni bir sol parti kurma niyetinin açıklanması, sol çevrelerde geniş bir heyecanla karşılandı.
Şu ana dek yaklaşık 500 bin kişi yeni oluşumun e-posta listesine kaydoldu bile. Bu kişiler henüz tam anlamıyla “üye” sayılmasa da ya da birçoğu herhangi bir ödeme yapmamış olsa da; bu sayı, eski siyaset tarzından kopma arzusunun etkileyici bir pratik göstergesi gibi duruyor.
Partinin kuruluşu uzun süre gecikmiş ve kaotik bir şekilde gerçekleşmiş olsa da, Starmer hükümetinin bariz başarısızlığına karşı bir alternatif arayışı ve Reform Partisi’nin İşçi Partisi’nin felaket niteliğindeki politikalarının başlıca yararlanıcısı olacağı tehdidi, şimdilik tüm zorlukları geri plana itmiş durumda.
Ancak “yeni bir şey”e dair heyecan yaratmak, bu şey henüz tanımsızken daha kolaydır. İsmi, politikaları ya da yapısı olmayan bir parti, herkesin kendi arzularını yansıtabileceği “boş bir levha” işlevi görür. Ancak yeni oluşumun temel unsurlarına dair kararlar alındığında, bu etki çoktan geçmiş olacak.
Yeni partinin muhtemel geleceğini değerlendirebilmek için tarihsel bağlamdan biraz bahsetmek gerekiyor.
Yeni partilerin deneyimi
Yeni partiler aslında yeni bir olgu değil. Irak Savaşı’nın ardından Saygı Partisi (The Respect Party) bağımsız bir milletvekili ve birkaç belediye meclis üyesi çıkarmayı başarmıştı; ancak seçime dayalı siyasetin doğurduğu iç gerilimlerle baş edebilecek kadar geniş bir toplumsal taban oluşturamadığı için ayakta kalamadı.
Ancak en büyük ve başlangıçta büyük başarı gösteren yeni partiler kıta Avrupa’sında ortaya çıktı. Bu örneklerin kaderi, Corbyn ve Sultana tarafından ilan edilen yeni partiye dair yürütülen tartışmalar açısından doğrudan önem taşıyor.
Burada en çok öne çıkan üç örneğe yakından bakalım: Yunanistan’da Syriza, Almanya’da Die Linke ve İspanya’da Podemos.
Syriza 2004’te kuruldu; ancak 8 yıl süren ayrışma ve yeniden yapılanma süreçlerinden sonra, oyların yüzde 36’sından biraz fazlasını alarak Yunan parlamentosunun en büyük partisi haline geldi. Lideri Alexis Tsipras, uluslararası solun gözdesiydi; Londra’daki Friends Meeting House’daki toplantılarda ve tüm kıtada büyük bir coşkuyla karşılanıyordu.
Ancak 2015’te Syriza hükümeti, AB elitleri ve uluslararası bankacılar tarafından alt edildi ve Yunan toplumuna acımasız bir kemer sıkma programı dayatıldı. 25 milletvekili ve solun önemli bir kesimi partiden ayrıldı. Syriza iktidarda kaldı, ancak artık kuruluş amacının tam tersi olan sıradan bir sosyal demokrat rejime dönüşmüştü.
O günden beri Syriza, yeni lideri Stefanos Kasselakis (bir iş insanı ve partinin bir zamanlar sahip olduğu demokratik yapıyı hiçe sayan biri) altında zayıfladı ve git gide sağa kaydı.
Die Linke, 2007 yılında eski Doğu Almanya Komünist Partisi’nin halefi olan parti ile Batı Almanya’daki daha zayıf bir sol partinin birleşmesiyle kuruldu. Her zaman Doğu’da daha güçlüydü ve 2009 federal seçimlerinde oylarından yüzde 11’inden fazlasını aldı. Ancak bu ivmeyi koruyamadı ve 2013 seçimlerinde yüzde 8,6’ya geriledi. 2019’da oylar bir miktar toparlandı; ancak 2021 seçimlerinde yeniden düşerek yüzde 4,9’a indi. Bu düşüş hem partinin sağa kayması hem de bir “kızıl korkusu” atmosferinin oluşması ile eşzamanlıydı.
Bu sonuç Die Linke’nin parlamentoda temsil edilebilmesi için gereken yüzde 5 barajının altında kalması demekti. Ardından iç çekişmeler, skandallar ve bölünmeler baş gösterdi. 2022’de Die Linke liderliği, Batı’nın Rusya’ya karşı yürüttüğü vekâlet savaşında Ukrayna’ya destek verdi. Bu tutuma karşı çıkan Sahra Wagenknecht, göç ve mülteciler konusunda sağcı politikalarla harmanladığı kimi sol pozisyonlar temelinde kendi partisini kurdu.
Die Linke, 2024 Avrupa seçimlerinde yalnızca yüzde 2,7 oy alabildi, ancak bu yılki federal seçimlerde yüzde 8,8 ile 64 milletvekili çıkararak 2017’den bu yana en iyi sonucunu elde etti. Bu sonuç, yüzde 5 barajını aşamayan Wagenknecht’in ayrılıkçı girişimini gölgede bıraktı.
İspanyol Podemos ise 2014 yılında kuruldu. Aynı yıl yapılan Avrupa seçimlerinde yüzde 8 oy aldı. 2015 ve 2016 genel seçimlerinde İspanya’nın üçüncü büyük partisi haline geldi. 2019’da iki kez genel seçim yapıldı. Bu seçimlerin ikincisinde oyların yaklaşık yüzde 13’ünü alarak 35 milletvekili çıkardı.
Podemos, daha sonra İspanya’nın köklü sosyal demokrat partisi PSOE ile koalisyon hükümeti kurdu. Bu tam anlamıyla bir felaketti. PSOE, Podemos’un radikal söylem ve politikalarını çalarak onu küçük ortak konumuna itti. Böylece bankacılık krizinin ardından gelen kemer sıkma karşıtı hareket içinden doğan radikal bir itki heba edildi.
Podemos’un başarısızlığı kimi zaman ilk lideri Pablo Iglesias’ın aşırı belirleyici rolüne, kimi zaman iç çekişmelere, kimi zaman ise giderek ılımlılaşmasına bağlanır. Ancak meselenin özü biraz da şu: Tıpkı Syriza gibi, bir isyan hareketi olarak doğan parti, standart bir sosyal demokrasiye evrildi.
Avrupa deneyiminden nasıl dersler çıkarılabilir?
Avrupa deneyimi, her şeyden önce, seçim siyaseti aracılığıyla gerçekleşebilecek değişimin sınırlarını ortaya koyuyor. Bunu iki boyutta ele alalım.
Birincisi, yeni sol partilerin faşist ve popülist sağ üzerindeki etkisi. Birçok kişi, yeni partinin Starmer hükümetinden memnun olmayanları sola çekerek Farage’ın Reform Partisi’nin önünü kesebileceğini umuyor.
Seçim alternatiflerinin içinde bir sol partinin de olması elbette sevindirici ve gerçekten de Reform’un yükselişine karşı bir karşı kutup yaratabilir.
Fakat Avrupa deneyimi gösteriyor ki, bir sol partinin varlığı siyaseti kutuplaştırabilir, ama sağın destek tabanını eriterek onu durduramaz. Die Linke, Almanya’daki proto-faşist Almanya için Alternatif (AfD) partisinin yükselişini engelleyemedi. Altın Şafak’ın gerilemesinin asıl nedeni Syriza değil, daha geniş bir anti-faşist seferberlikti. Yine Podemos, popülist aşırı sağcı Vox’un, ki 2019’daki ikinci genel seçimlerde üçüncü büyük parti olmuştu, yükselişini durduramadı.
Elbette, aşırı sağla seçimle dahi olsa mücadele eden sol partilerin varlığı önemlidir. Bu, geleneksel sosyal demokrasinin, tıpkı Starmer’ın Reform’a yaptığı gibi, sağa sürekli taviz vermesinden kuşkusuz çok daha ileri bir durumdur.
Ancak vurgulanması gereken şudur: Aşırı sağ, yalnızca seçim yöntemleriyle durdurulamaz, hele ki sosyal kriz derinleşmeye devam ederken ve hiçbir sol parti yakın vadede iktidara gelme potansiyeline sahip değilken.
İkinci ve çok daha derin bir mesele de, Avrupa deneyiminin bize sosyal demokrasinin direncini gösterdiğidir. Tüm örneklerde sosyal demokrat partiler varlığını sürdürmüş ve zirveye ulaştıklarında yeni partilerin elde ettiği alanı geri kazanmıştır. Bu, özellikle SPD (Almanya) ve PSOE (İspanya) örneklerinde görülür ki bu iki parti, İngiltere İşçi Partisi’ne en çok benzeyen Avrupa sosyal demokratlarıdır.
Yine de bu, başlı başına yeni partiye karşı bir argüman olamaz. İşçi Partisi’nin boğucu tekeli karşısında sol bir çekim merkezinin olması her zaman daha iyidir. Seçmenlerin önemli bir kesimi İşçi Partisi’nin daha solunda durur ve bu kesim muhakkak ki temsil edilmeyi hak ediyor.
Ancak seçimler olsa olsa zaten var olan bilinç düzeyini yansıtır; onları yaratmaz ya da yalnızca sınırlı ölçüde yaratabilir. Bilinci dönüştüren şey, toplumdaki daha geniş ölçekli sosyal kriz ve onun doğrudan ürünü olan grevler ve kitlesel sosyal hareketlerdir. Herkes bilir ki, Corbynizm’in ilk ortaya çıkışı büyük ölçüde savaş karşıtı hareket ve kemer sıkma karşıtı mücadelelerin ürünüydü. Yeni bir partinin imkanları ise şu anda Filistin ile dayanışma hareketinin ulaştığı ölçek tarafından şekilleniyor. Nitekim ülke genelinde dört bağımsız milletvekilinin ve sayısız belediye meclis üyesinin seçilmesini mümkün kılan da bu oldu.
Tüm bunlar şu hakikatin altını çiziyor: Yeni bir parti, temel ilişkisini parlamento dışı hareketlerle kurmadığı sürece, seçimciliğin baskısı ve ana akım sosyal demokrasinin kalıcılığı karşısında taviz vermek zorunda kalacaktır.
Daha iyi bir yeni parti
Peki, İngiltere’deki yeni parti Avrupa’daki seleflerinin kaderinden nasıl kaçabilir?
İlk olarak, yeni parti hem genel hatlarıyla hem de tüm somut detaylarıyla İşçi Particiliği (Labourizm) reddetmelidir. Solun bugün en son ihtiyacı olan şey, İşçi Partisi’nin kurulduğu 1900 yılının bir tekrarını yaşamaktır.
1926 Genel Grevi ihanetinden, Ramsey MacDonald’ın Muhafazakârlarla koalisyonuna, NATO’nun kurulmasındaki hevesli rolünden, II. Dünya Savaşı sonrası gizli nükleer silah programına, 1984-85 madenci grevinde sergilenen rezil ve haince tutumdan, Irak Savaşı’nda Blair felaketine… Tüm bu örnekler, Labourizm’in ne olduğunu fazlasıyla gösteriyor. Bunlardan ders almalıyız.
Ayrıca, yeni partinin İşçi Partisi’nden kopmuş olması, Labourizm’in çekim gücünü küçümsememize yol açmamalı. Yeni partiye katılan birçok kişi, aslında İşçi Partisi’nin seçimci stratejisinin daha radikal bir versiyonunu arzuluyor. Ancak bir türlü fark etmedikleri şey, seçimciliğin Labourizm’in çöküşünün temelinde yattığı.
Devletin mevcut mekanizmalarını seçimler yoluyla ele geçirerek dönüştürme fikrinin, belki de en baştan bir kenara bırakılması gerekir. Zira tarihsel veriler, bunun işe yaramaz bir strateji olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Kapitalist devlet, bu yolla ortaya çıkabilecek herhangi bir köklü değişime kesinlikle dirençlidir. Corbynizm bile bu stratejiyi uygulamaya çalıştığında, daha iktidara gelmeden yok edildi. Yeni bir parti bu direncin çok daha şiddetlisiyle karşılaşacaktır.
Bu, başlı başına seçim siyasetinin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Ancak seçimler, eski tarzda, yani yasa çıkararak değişim yaratmak için iktidara gelmek ise şayet ne önemli ne de pratiktir.
Seçimler, parlamento dışı mücadelelerin sesi haline gelmeyi amaçladığında ancak anlamlı olabilir. Milletvekilleri ve belediye meclis üyeleri, sosyal hareketlerin ya da sendikaların yürüttüğü parlamento dışı seferberlikleri büyütmek ve yaymak için orada olmalıdır.
Sol için başarılı bir seçim stratejisi, işçi sınıfının öz-örgütlülüğünü gücün merkezine koymalı, seçilmiş temsilcileri ise efendi değil, hizmetkâr olarak görmelidir.
Bu ihtiyaç, “yerel toplulukları güçlendirme” gibi soyut ifadelerle karşılanamaz. Bu, ütopyacı sosyalist Robert Owen’dan beri süregelen bir reformist hayalidir. Burnley ya da Tower Hamlets’teki yerleşimlerin küçük New Lanark’lara¹, hele ki Paris Komünü’ne, dönüşmesi gerçekçi bir beklenti değildir.
Unutulmuş ve geride bırakılmış işçi sınıfı toplulukları, siyasetçilerin sahte vaatlerinden ve tekrar tekrar yerine getirilmeyen sözlerinden bıkmış durumdalar.
Onların ihtiyacı olan şey, seçilmiş kurtarıcılar değil, birlikte örgütlenecekleri yol arkadaşlarıdır. Bu yol arkadaşlarının örgütlemesi gereken şey ise sınıf mücadelesi, siyasal seferberlik ve sosyal hareketlerin öncülüğünde sendikaların güçlendirilmesidir.
Aslına bakılırsa, Jeremy Corbyn uzun süredir bu yaklaşımı benimsiyor. Yani savaş karşıtlığının, kemer sıkma karşıtı mücadele ve sendikalarla örgütsel ve politik olarak bağlantılı olduğu fikrini… Ancak İşçi Partisi lideriyken, etrafı bu yönünü bastırmaya ya da marjinalleştirmeye çalışanlarla çevriliydi.
Bu da doğrudan Corbyn’in liderlik döneminin en büyük ve sonuçları çok ağır olacak hatasına yol açtı: IHRA’nın antisemitizm tanımını kabul etmek. Bu, Corbyn’in [politik] içgüdülerine aykırı olmasına rağmen ona dayatıldı ve Corbyn’in kendisine, en sadık destekçilerine ve Filistin dayanışma hareketinin tümüne ağır bir darbe indirdi.
Zarah Sultana da dahil, Solcu İşçi Partisi milletvekilleri, Ukrayna savaşı sırasında Savaşı Durdur Koalisyonu’na (Stop the War) verdikleri desteği geri çektiklerinde de benzer bir hataya düşüldü.
Yeni parti, neoliberal dönem boyunca en çok tahrip edilmiş kesim olan işçi sınıfının çekirdeğinde bir toplumsal taban inşa etmeyi hedeflemelidir. Momentum kurucularından James Schneider’ın yeni partinin hedef kitlesi olarak tanımladığı “mülksüz işçiler, aşağı doğru mobilizasyonda olan üniversite mezunları ve ırkçılığa maruz kalanlar” gibi sosyolojik olarak icat edilmiş gruplarla kendisini sınırlı kalmamalıdır.
Bu tür bir politika-uzmanı jargon, Corbynizm’i asıl zayıflatan şeydir. Yeni parti, işçi sınıfının uyduruk alt gruplarını değil, bütününü temsil etmeyi hedeflemelidir. Üniversite mezunları, işçi sınıfıyla kıyaslanamayacak kadar ayrıcalıklı bir sosyal tabakadır ve zaten “aşağı doğru mobilize olmuş” falan da değiller. Hatta üniversite mezunu olmayanlara kıyasla yılda ortalama 11,500 pound daha fazla kazanıyorlar. Irkçılığa maruz kalan topluluklar da işçi sınıfının dışında değil, bizzat onun parçasılar. Irkçılığı sınıfsal terimlerle ele almak yerine, en iyi ihtimalle “entegrasyon”dan söz edip aslında entegrasyonu imkânsız kılan ve işçi sınıfını bölen ekonomik eşitsizlikleri yeniden üreten başarısız liberal ırkçılık politikalarını tekrar edersek, solun elindeki en büyük avantajı kendi elimizle teslim etmiş oluruz.
Yeni parti, en baştan bu türden yaklaşımları reddetmek zorundadır. İşçi sınıfında umut, çok kıymetli bir şeydir. Heba edilirse sonuçları ağır olacaktır.
Yeni bir parti inşa etmek, her sosyalistin kendini adaması gereken tarihsel bir imkândır. Bu, diğer yanıyla da, Laborizm’den kopmak için tarihsel bir fırsattır. Ancak bu uğruna mücadele edilmesi gereken bir şeydir, o mücadele şimdiden başladı bile.
¹ New Lanark, ütopyacı sosyalist Robert Owen’ın yöneticiliğinde İskoçya’da kurulan ve sanayi üretimini eğitim, konut ve sosyal refah düzenlemeleriyle birleştiren deneysel bir erken işçi yerleşimidir. Marx, Owen’ı “kooperatif fabrikalarının ve mağazalarının babası” olarak tanımlayıp onun bu modelini “komünist ütopya” olarak nitelese de, 10 saatlik işgünü ve üretici emekle eğitimin birleşmesi gibi uygulamaların sonraki fabrika yasalarına kaynaklık ettiğini vurgular. New Lanark, sosyalist düşünce tarihi içinde yerel düzeyde dönüşüm arayışlarının tarihsel ve ideolojik bir simgesi olarak, reformist gelenek içinde merkezi bir referans noktası hâline gelmiştir. (ç.n.)
Harici / 04.08. 25