Halkların Demokratik Kongresi 8-9 Kasım tarihlerinde “Sosyalizm Yeniden” başlıklı bir konferans gerçekleştirdi. İki gün süren konferansta “Devlet, demokrasi, sınıf ve sosyalist yaklaşım”, “Tarihsel deneyimler ve demokrasi pratikleri”, “Sosyalizm için kurucu perspektifler”, “Sosyalizmi birlikte ve yeniden düşünmek” üst başlıkları altında dokuz ayrı oturum ve sınırlı zamana sıkıştırılmış forum gerçekleştirildi.
Ele alınan konular üzerinden ilk bakışta sosyalizm mücadelesinin tarihsel deneyimlerini irdelemek, sınıf merkezli mücadeleyi büyütmek ve Marksist-Leninist dünya görüşü ekseninde güncel görev ve sorumlulukları tartışmak için düzenlenmiş bir konferans izlenimi oluşabilir. Fakat gerçekleşen haliyle konferans bundan fazlasıyla uzaktı.
Konferansın esas içeriğini, Abdullah Öcalan’ın “yeni paradigma” diye ifade ettiği, İmralı teslimiyeti öncesi şekillenen ve sonrasında daha da belirgin bir biçim kazanan düşünceleri oluşturdu. Konferansta yer alan sol hareketin temsilcilerinin önemli bir kısmı (Kendilerini bu topraklarda Marksizm-Leninizm’in temsilcisi sayan) Marksizm-Leninizm’i hedef alan, onu yanlış, geçersiz ve aşılması gereken bir dogma olarak gören Abdullah Öcalan’ın, karmaşık ve kurulu düzenle bütünleşme eksenine oturan düşüncelerine meşru bir zemin oluşturma çabasının dolgu malzemesi oldular.
İki gün süren konferansta, “barış ve demokratik toplum manifestosu” adıyla sunulan ve “yeni paradigma” diye kodlanan tasfiyeci düşünceleri sol hareket başta olmak üzere bütün toplumsal muhalefet güçlerine benimsetme çabası öne çıktı. Kuşkusuz ki bu çabalar yeni değil. Uzun yıllardan beri sol harekette derinleşen ideolojik tasfiye sürecinin yeni bir evresi ve Kürt hareketinin İmralı teslimiyetiyle sistemleşen, düzenle bütünleşme çabasının gelinen aşamada bir tezahürü oldu.
Belli ki konferansın içeriği, vurguları, konuşmacıları vb. buna göre belirlenmiş: Aralara “çatlak”, ama hakim kılınmak istenen düşünüş biçimine esastan karşı durmayacak, eleştirileri “makul sınırlarda” tutacak konuşmacılar da serpiştirilmişti. Konferansta, Marksist-Leninist olduğunu iddia eden kişiler de konferansın “ruhuna” uygun sunumlar yaptı. Kürt hareketinin bütünlüklü ideolojik-programatik düşüncelerine uygun şeklide kurgulanmış, Marksist-Leninist dünya görüşü ekseninde ideolojik, programatik yaklaşımlar sunmak yerine tarihsel anlatıma ağırlık veren, Marksizm’in eksikleri, sosyalizm deneyiminin yanlışları üzerinde duran ya da kendi açılımlarını (ESP-Kadın devrimi gibi) dile getiren sunumlar yapıldı. Bu anlatımlar tarihsel, siyasal, kültürel, döneme ait vb. bağlamlarından koparılarak ya da tali bağlamlar üzerinden gerekçelendirilerek yapıldığı için, “yeni paradigma” denen tasfiyeci düşüncelere maddi zemin oluşturmaya hizmet etti. Bazı konuşmacılar, esas noktalar üzerinden gelişmeyen “eleştirel” vurgular yapsa da belirleyici temanın dışına çıkılmamıştır.
“Eleştirel” bir yaklaşım sunanlar, “yeni paradigma” diye ifade edilen çizginin esas noktalarına ilişkin ciddi bir itiraz ortaya koymadılar-koyamadılar. Bunu yapmaları mümkün değildi. Çünkü “yeni paradigma”, Marksist olma iddiasında samimi olanların cepheden reddedeceği, hiçbir iler-tutar yanı olmayan burjuva düşünce yığınından başka bir şey değildir. Kürt hareketinin öyle ya da böyle yörüngesinde dönen, pragmatist ilişkileniş içinde olanların “yeni paradigmaya” cepheden karşı durması eşyanın tabiatına aykırıdır.
Bu duruma somut bir örnek verecek olursak eğer; Konferansa hakim anlayışa doğrudan eleştiri yönelten ve bu anlayışın tasfiyeci bir yaklaşım olduğuna vurgu yapan Komün Dergisi yazarının ifadelerine bakabiliriz: “Biz şimdiye kadar Kürt hareketine destek verdik, yeni paradigmanın ortaya koyduğu çizgiye eleştirel yaklaşımlarımız var buna rağmen ne olursa olsun bundan sonra da desteğimizi sürdüreceğiz.”
Görüldüğü üzere “en iddialı” yaklaşım bile, “yeni paradigmayı” esası yönünden eleştirme güç ve iradesinden yoksundur.
Başka bir örnek ise ESP adına konuşan Sezin Uçar’ın “kadın devrimi” anlatısıdır. Konuşması boyunca “yeni paradigma” olarak sunulan ve Marksizm’e ağır saldırılarla dolu konuşmalara dair tek kelime etmeyen Uçar, kadın sorununa kendileri gibi yaklaşmayan sol hareketlere ise ağır ithamlarda bulunmuştur. Ona göre, sadece ESP ve feministlerin kadın sorunu konusunda programı var. “Emekçi sol” diye tarif ettikleri sol hareketlerin ise programı yok ve kadın sorununu devrimden sonraya erteliyorlar.
Bu anlayışın temsilcileri, kadın sorununun tarihsel kökenlerini de sınıflar mücadelesi ile bağını da biliyor. “Emekçi sol” diye adlandırdıkları hareketlerin ise kadın sorunu konusunda güncel görevleri bir kenara bırakmadan demokratik kazanımlar elde etmek, korumak ve geliştirmek için mücadele ettiğini, fakat bunu yaparken sorunun gerçek ve kalıcı çözümüne işaret etmek gibi bir çaba içinde olduklarını da biliyorlar. Bu konuda ideolojik, politik, pratik hata ve yanlışlar kuşkusuz vardır. Ancak sorunun devrim sonrasına ertelendiği iddiası, hem samimiyetten yoksun hem bile bile gerçekleri tahrif etmekten başka bir şey değildir. Bu suçlamaları, yeni “icatları” olan “kadın devrimi” yaklaşımını gerekçelendirmek için yapıyorlar. Marksist yöntemden nasibini alamamış tespit ve tanımlamalar yaparak güya “kadın devrimi” dedikleri şeye dayanak oluşturuyorlar… Bu konu üzerine söyleyecek çok söz var. Son sözü Sezin Uçar’ın “ertelemeci” ifadesiyle bitirelim: “Evrimci yöntemi reddediyoruz. Kapitalizm tasfiye olmadan kadının özgürleşemeyeceğini biliyoruz.”
Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak bu kadarı konu hakkında fikir edinmek için yeterlidir.
***
Bu yaklaşımlarda hem ciddi bir kafa karışıklığı hem Kürt Hareketi ile kurulan pragmatist ilişkilerin etkileri belirgindir. Kürt halkının haklı ve meşru mücadelesiyle, kazanımları ve kazanımlarını koruma-geliştirme çabasıyla ya da Kürt hareketine yönelen/yönelecek olan imha saldırıları karşısında dayanışma içerisinde olmak ile hareketin ideolojik, politik hattına eleştirel destek vermenin ayrı şeyler olduğunu, Kürt hareketinin kuyruğuna takılıp pragmatist ilişki kuranlara bir kere daha hatırlatmak gerekir. Bu ikisini birbirine karıştırmak Marksist-Leninist ilkelerden ve devrimci yöntemden bütünüyle uzaklaşmak demektir.
Komün Dergisi temsilcisi ve Sezin Uçar’ın konuşmaları üzerinden verdiğimiz örnekler, konferansta yer alan diğer sol-sosyalist iddialı kurumlar adına konuşanların hepsi için fazlasıyla geçerlidir. Bir farkla ki en azından Komün dergisi yazarı “eleştirilerimiz var” diyebilmiştir.
Marksist-Leninist olma iddiasındakilerin ideolojik sefaleti…
İki gün süren konferansta Kürt hareketinin temsilcileri Marksist-Leninist dünya görüşünü hedef aldılar. Bu dünya görünüşünü aştıkları iddiasıyla ortaya atılan ideolojik ve programatik yaklaşımları (düşünceler yığınını) büyük bir cüretle (bilgisizce ya da bilinçli çarpıtmalarla) ve tüm açıklığıyla ortaya koydular. Kürt hareketiyle nasıl bir ilişki içinde olursa olsun Marksist-Leninist olma iddiasındaki herkesin, “bu kadarına da pes” diyeceği vurgular yapıldı. Ne yazık ki birkaç üstü örtülü, cılız ve duygusal (Devrimci Parti temsilcisi) tepkiler dışında “yeni paradigma” adı altında sunulan tasfiyeci düşünce ve Marksist-Leninist öğretiye saldırılara esası yönünden itiraz eden olmadı. Burada Kürt hareketi ile girilen pragmatist ilişkilerin zihinleri bulandırmasının yansıması olsa da esas sorun, sol hareketin Marksizm’den uzaklaştıkça içine düştüğü ideolojik sefaletin bu kadar derinleşmiş olmasıdır. Programın kayıtlarına ulaşan-okuma veya tamamını izleme imkanı olan herkes ne demek istediğimizi anlayacaktır. Konuşmalardan kısa kesitler ve esaslı noktalardan ziyade sınırlı vurguları öne çıkaran video ve haberlere bakarak da tabloyu anlamak mümkündür.
***
Konferansta kimler vardı ve neden yanıt vermediler? Kimlerin programda olduğu sorusunun yanıtı programın duyurusunda ve konuşmacıları sunan görselde yer aldı. Akademisyenler, yazarlar, Kürt hareketinin temsilcileri Türkiye sol hareketinin bir kısmının temsilcileri programda yer aldı…
Mehmet Yılmazer (SODAP), Ertuğrul Kürkçü gibi 70’li yıllardan beri siyasal mücadelenin içinde yer almış kişiler, EMEP, ESP, SYKP, Komün, Devrimci Parti, EHP, Halkevleri gibi parti ve örgütlerin temsilcileri ya da yayın organlarının yazarları katılımcılar arasındaydı.
“Anlı şanlı Marksistlerin” konuşmacı olduğu bir konferansta Marksist-Leninist dünya görüşüne tarihsel, toplumsal, bilimsel gerçekliklerden uzak, “sınıf savaşı reddiyesi” argümanlarıyla saldırılmasına; tarihi olayların ve kişilerin sermaye ideologlarının bakışı ve üslubuyla hedef alınmasına, başka bir ifadeyle kendilerinin inkarına sessiz kalınması, kuyrukçu solun sefaletinin vardığı boyutu gözler önüne sermiştir.
***
İki gün süren konferansta Kürt hareketinin temsilcileri başta olmak üzere, bir dizi konuşmacı Marksizm’in eskidiğini, yanlış olduğunu (Sebahat Tuncel’in A. Öcalan’a atıfla yaptığı konuşmada yer alan vurgularda; Marks’ın tespitlerinin aslında en başta yanlış olduğu ve Marks’ın da bunun farkında olduğu için kitaplaştırmakta sorun yaşadığını ve Marks’ın artı-değer teorisini bilmeden artı-değer teorisini anlatmaya çalışarak yanlış olduğunu kanıtlamaya çalışması gibi…)ve aşıldığını, Ekim Devrimi ile gerçekleşen büyük toplumsal olayın yanlış olduğunu ve yaşananların bu gerçekliği doğruladığını, bilimsel sosyalizmin yanlışlandığını, sınıflar mücadelesi yerine “demokratik sosyalizm” olarak ifade ettikleri “sınıflar arası barışı ön gören” yaklaşımın doğru olduğunu vb. iddia ettiler. (Sınırlı eleştirilerin basıncıyla olsa gerek, son konuşmayı yapan Meral Danış Beştaş, Marksist-Leninist öğretiye de değinerek bu öğretinin dışına çıkmadıklarını, sadece güncelle bağı içinde yeniden ürettiklerini söyledi. Nihayetinde Marksizm dışı ve birbiriyle çelişkili düşüncelerin ağır bastığı bir kapanış yaptı).
Bunu da bilimsel bir değerlendirme ve yaklaşımdan uzak, tarihi gerçekleri tek yanlı ve “işlerine” geldiği gibi eğip-bükerek ele alan, bilimsel yönteme rahmet okutan biçimde yaptılar. Elbette yapılanların hiçbiri hata, dil sürçmesi, anlık düşünüşün yansıması vb. değildi. Tam tersine planlı, önden hazırlığı yapılmış, bilinçli ve sistematik bir tutumun ifadesiydi. Bu tutum ise Marksizm’i dogma olarak gören, Ekim Devrimi’ni ve yaşanan sosyalizm deneyimini devrimci eleştirel yöntemle irdelemek ve sonuçlar çıkarmak yerine, tüm kazanım ve birikimleriyle ret ve inkar etmeye dayanıyordu.
Bu arada “yeni paradigma” söyleminde “Komün” üzerine de çok laf edildi. Bununla ifade ettikleri yapının Marksist öğretiden ve deneyimlerinden uzak olduğu ise açıktır. Örneğin Konferansa görüntülü katılan Özerk Yönetim sözcüsü ilham Ahmed, Rojava deneyimi üzerinden aşiretlerin komünal bir yapıya sahip olmasından dolayı bölgede bazı adımları atmakta zorlanmadıklarını ifade etti. Ahmed’in anlatımı, “yeni paradigma” söyleminin tabir uygunsa “maymuncuk” kavramlarından biri olan “komünlerden” ne anlamak gerektiği ve sınırlarının ne olacağı konusunda fikir veriyor. Dün Kürdistan’daki sömürgeci gericiliğin içerideki temel dayanağı görülen, parçalanması gerektiği söylenen aşiret yapısı, bugün “komünlerin” dayanaklarından biri diye takdim ediliyor.
Sonuç olarak…
Marksist-Leninist öğretiyi dogma olarak gören, onun devrimci yönteminden uzaklaşanlar “yeni olanı” bulmak adına burjuva ideolojisinin etki alanına girerler. Marksist-Leninist öğretiyi durağan bir mekanizma olarak ele alır, hatta çoğu zaman kavramların içini boşaltıp, bilinçli olarak yanlış anlamlar yükleyerek kullanırlar. Bunun için burjuva ideologların modası geçmiş eserler çöplüğünü eşeleyerek “yeni cevherler” bulurlar. Örneğin, demokrasi kavramı geleneksel sol hareketin yaklaşımında da konferansta da belirgin biçimde öne çıktığı üzere, Kürt hareketi ve solun önemli bir kesimi tarafından bilinçli olarak çarpıtılıyor. Sınıflar dışı ya da üstü bir demokrasi olmadığı gerçeği inkar ediliyor. “Demokratik sosyalizm” kavramı gibi burjuva sosyalizminin, kimlik siyasetinin vb. ifadesi olan kavramlar yeniymiş gibi sunuluyor. Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi ile yaygın kullanıldığı biçimiyle “demokrasi” kavramı birbirine karıştırılıyor. Demokrasinin sınıfsal içeriğine vurgu yapanları, demokratik haklar uğuruna mücadeleyi, sermaye iktidarını devirme stratejisiyle bağını kurarak ele alanları ertelemecilikle, güncel sorunlara yanıt üretmekten kaçmakla vb. suçluyorlar.
Marksist-Leninist öğreti bir dogma değil, canlı/dinamik bilimsel bir yöntemdir. Marx ve Lenin'in teorileri, evrensel doğruları sunarken, bu doğruların her ülkenin somut sınıf ilişkilerine, emperyalizme bağımlılık derecesine ve devrimci duruma yaratıcı bir şekilde uygulanmasını esas alır. Eğer bir Marksist teori eski ve geçersiz görünüyorsa, sorun teoride değil, onu mekanik ve yaratıcılıktan yoksun bir şekilde uygulamaya çalışan dogmatik yaklaşım ya da akımlardadır.
Marksizm’i geçersiz sayanlar toplumsal sorunları “burjuva-demokratik” reformlarla çözmeye yönelirler. Anti-emperyalist mücadele yerine emperyalizmle, yani tekelci kapitalizmle öyle ya da böyle uzlaşı ve işbirliği noktası bulma çabasını teorize etmekten başka bir şey yapmazlar, yapamazlar. Tarihsel deneyimler bu iddia ve yaklaşımların kurulu düzenle bütünleşmek dışında gerçek ve kalıcı hiçbir sonuç yaratmadığını sayısız kez göstermiştir.
Marksizm eskimiş ya da aşılmış değildir, çünkü doğayı ve toplumsal yaşamı belirleyen çelişkileri bilimsel olarak açıklayan ve maddi bir temele oturtan diyalektik ve tarihsel materyalist yöntem geçerliliğini korumaktadır. Gelişmelerin seyri pratik olarak bunu döne döne doğrulamaktadır. Emperyalist kölelikten kurtuluş hedefi güncel olduğu sürece, Leninizm (emperyalizm çağının Marksizmi) eskimez; tersine, "anti-emperyalist mücadele nesnel içeriği yönünden anti-kapitalist bir mücadeledir" teziyle daha da keskinleşir. Bu teori, kapitalist emperyalizmin barbarlıkta sınır tanımadığı, dünyanın gözleri önünde soykırım yaptığı bu süreçte ise her zamankinden de önemeli ve yol göstericidir.
Marksizm eskimiş değildir, çünkü demokrasi ve bağımsızlık sorunlarını dahi sosyalist devrim perspektifiyle birleştiren tek teoridir. Başka hiçbir reformist teori, sömürünün ve emperyalist bağımlılığın temelini oluşturan kapitalist sistemi yıkmayı hedeflemez. Tersine ya sosyalizmi uzak bir hedef olarak görür ya da mevcut düzeni reformlarla ehlileştirme safsatasını çıkış yolu olarak gösterir. Yaşadığımız çağda bu yaklaşım, insanlığa “barbarlığa ve yok oluşa teslim ol” demekten başka bir anlam taşımaz.
Bugünün Türkiye'sinde emperyalist kölelikten kurtulmanın yolu, sermaye iktidarını yıkmaktan ve uluslararası sermaye cephesinin dışına çıkmaktan geçmektedir, ki, bu da ancak proleter devrimle mümkün olabilir.