Doğa ve kapitalizm
İnsanlık, uzun çağlar boyunca avcı-toplayıcı olarak yaşamını idame ettirdi. İnsanlık, doğanın bir parçası olarak ona bağımlı bir şekilde gelişti ve evrimleşti. Gelinen aşamada insan ile doğa arasındaki bu acımasız savaş, canlı hayatın insan tarafından yok edilmesi tehdidine dönüşmüş durumda. Felaket düzeyindeki kirlilik, küresel ısınma, çölleşme, kuraklaşma, ormanların yakılıp tahrip edilmesi vb. sorunlar canlı yaşamın ve çevrenin muazzam derecede tahrip olmasına yol açtı.
Doğanın bu kadar fütursuzca tahrip edilmesi ve ekolojik dengenin bozulması, sanayi devrimi ile birlikte hız kazandı. Vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü gezegenimizde doğa ve canlı yaşamının fütursuzca tahrip edilmesi, egemen sınıfların kâr ve rant uğuruna neler yapabileceklerini göstermesi bakımından çarpıcıdır.
Kuzey Amerika kıtasının atmosferinde oluşan devasa ozon deliği, amazon ormanlarındaki korkunç ağaç katliamı, iklimlerin değişmesi, küresel ısınma, termik santraller ve nükleer atıkların yarattığı felaketler, hava ve su kirliliği vb., tüm bunlar, uluslararası tekellerin kâr ve rant uğruna uyguladığı politikaların ürünüdür. Marx’ın sermayeye dair “(...) yüzde 300 kar ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılamayacağı tehlike yoktur” sözü tam olarak bu duruma çubuk bükmektedir.
“Sınıf mücadelesi olmadan çevrecilik sadece bahçıvanlıktır” diyen Brezilyalı aktivist Chico Mendes, çevre sorununun esas kaynağının sınıflı toplumlar, somutta kapitalizm ve onun dayandığı üretim ilişkileri olduğuna işaret ediyordu. Çevreciliğin sınıf mücadelesinden ayrı olarak ele alınmasının doğru olmadığını vurgulayan Mendes, belki de bu yüzden genç yaşta suikasta uğradı. Greenpeace gibi uluslararası çevreci kuruluşların es geçtiği nokta tam da budur. Greenpeace, amacının “Dünyanın tüm çeşitliliği ile yaşamı besleme gücünü garantiye almak” olduğunu açıklasa da sermaye iktidarda olduğu sürece bu, “iyi niyet” girişiminden öte bir şey olamayacaktır.
Türkiye’de çevre sorunu
Türkiye, çevre sorunları ve doğa katliamları konusunda sınıfsal yönü en belirgin olan kapitalist ülkelerden biridir.
Türkiye’de çevre sorunu, özellikle AKP iktidarı ile birlikte inanılmaz boyutlara ulaştı. Öyle ki, HES projesi için binlerce yıllık Hasankeyf şehri sular altına gömüldü. Trabzon’da bulunan doğa harikası Uzungöl beton villalarla çevrildi. Hazine arama bahanesiyle tahrip edilen dipsiz göl sermaye ve devlet elbirliği ile yok edildi. Tabii bunlar tamamıyla “izinli” bir şekilde, yani alenen yapılan doğa katliamlarının sadece birkaç tanesi.
AKP iktidarının doğa katliamlarında, çevre kirliliği ve doğal kaynakların yağmalanmasında özel bir rolü var. Geçtiğimiz yıllarda Marmara Denizi’nde ortaya çıkan müsilaj, lağım sularının ve endüstriyel atıkların fütursuzca denize dökülmesi sonucunda oluşmuştu. Fakat sermaye iktidarının sözcüleri, muhalefeti ve İBB’yi suçlamakla yetindi. Bu kadar ciddi bir problem karşısında, sorunu kayıkçı kavgasına dönüştürenlerin ciddiyetsizliği, meselenin boyutlarını da gözler önüne sermektedir.
Uluslararası tekellerinin Türkiye’deki işletmeleri ve bu işletmelerin ortaya çıkardığı kirlilik ve tahribat olağan üstü boyutlara ulaştı. Yerli ve yabancı sermayeye üç-on paraya peşkeş çekilen madenler, yeri geldiğinde hiçbir ÇED raporuna uymayan şirketler tarafından uzun yıllar boyunca işletiliyor. Bu madenlerde işçilerin toplu şekilde iş cinayetlerine kurban edilmesi ya da çevrenin kirlenmesi kapitalistlerin umurunda bile değil. Onlar sadece oradan gelecek olan kâr ile ilgilenmektedir. Sermaye devleti ise madenleri işleten kapitaliste her türlü imtiyazı tanıyor. Adrese teslim ÇED raporu çıkarılıyor, devlet destekli faizsiz kredi veriyor, doğanın katledilmesine yönelik oluşan toplumsal tepkilere karşı jandarma ve polis copu ile saldırıyor…
Tümü de birer suç olan bu icraatlar, “şu kadar ağaç diktik”, “bu kadar yeşil alan yaptık” diyerek övünen AKP iktidarının sınıfsal karakterini açıkça göstermektedir. Ülkenin dört bir yanında gerçekleşen orman yangınlarına müdahalede aciz kalan iktidarın, yangınlara hazırlık için bir uçağının bile olmadığını, olanların ise hurdaya dönmüş ve atıl halde bulunan eski uçaklar olduğunu gördük. Bu tablo, saraylarda saltanat sürenler nezdinde doğa ve insan yaşamının ne kadar değersiz olduğunu göstermektedir.
Öte yandan, yanan ormanların yerine lüks otel ve villa-kentler, TOKİ dikmek için ne kadar hızlı ve hazırlıklı olduklarını da görebiliyoruz. Bugün ülkenin dört bir yanında hala yangınlar var. Binlerce hektar orman cayır cayır yanıyorken, söndürme çalışmaları konusundaki acizlik de devam ediyor. Orman yangınları sadece ağaçları değil o bölgedeki canlı popülasyonunu da bütünüyle yok ediyor. Binlerce hayvan yangından kaçamadıkları için küle dönüyor, bölgenin doğal yapısı tahrip oluyor, böylece sel, heyelan ve erozyonun önü de açılmış oluyor.
İptal ve itiraz dilekçelerini aylarca sürüncemede bırakan mahkemeler, sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda jet hızıyla çalışıyor. “Adrese teslim” ÇED raporları bunun önemli bir göstergesidir. Ege ve Güney Marmara’da bulunan binlerce zeytin ağacının kesilmesi için yapılan ayak oyunları bir başka örnektir. Antakya’da depremzedelerin zeytinliklerini söküp TOKİ dikmek, yağmacı zihniyetin fütursuzluğu hakkında fikir veren bir diğer örnektir.
Yağma ve talan bu kadar doludizgin devam ederken, yazık ki işçi sınıfının doğa katliamlarına ve çevre sorununa dair duyarlılığı henüz çok zayıf. Bugün bu duyarlılık doğrudan katliama maruz kalanlar, ilerici küçük burjuva katmanlar ve sol-sosyalist kurum ve kuruluşların inisiyatifiyle yaratılıyor. İşçi sınıfının toplumsal sorunlara karşı ciddi bir duyarlılık gösterememesi, örgütsüz olmasından ve ufkunun henüz dar ekonomik çıkarları esas alan mücadeleyi aşamamasından kaynaklanıyor.
K. Torlak