Orta Asya’nın “yeniden” keşfi ve emperyalist rekabet

Orta Asya’da yaşananlar, klasik bir emperyalist paylaşım mücadelesinin güncel versiyonudur. Rusya askeri ve siyasal araçlarıyla; Çin ekonomik ve mali kapasitesiyle, ABD ise hem kaynak kontrolü hem jeopolitik kuşatma stratejisiyle bölgeyi yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır. Bu tabloda kaybeden ise çoğu zaman olduğu gibi bölge halkları ve emekçileridir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 21 Kasım 2025
  • saat-icon
  • 15:30

ABD Başkanı Donald Trump 7 Kasım 2025’te Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan cumhurbaşkanlarını Beyaz Saray’da bir araya getirerek C5+1 formatındaki zirveye ev sahipliği yaptı.

Washington’ın bölgeye yönelik “ilgisinin” arttığını gösteren zirvede Kazakistan Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev, Kırgızistan Cumhurbaşkanı Sadır Caparov, Tacikistan Cumhurbaşkanı İmamali Rahman, Türkmenistan Cumhurbaşkanı Serdar Berdimuhamedov ve Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev, Trump’ın huzuruna çıktılar. Ukrayna Savaşı’nın gölgesinde, Rusya ile Çin’in Orta Asya’nın geniş yeraltı zenginlikleri üzerinde giderek daha aktif bir politika izlediği bir dönemde gerçekleşen bu görüşme, Washington’ın rekabet gücünü artırmak için yaptığı önemli hamlelerden biri oldu. İlki 2023 yılında düzenlenen zirvenin ikincisine ev sahipliği yapan Trump yönetimi, bölgeyle ilişkilerini stratejik düzeye çıkarma arayışına girmiş görünüyor.

Orta Asya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana geçen otuz yılı aşkın süredir emperyalist güçlerin yeniden paylaşım mücadelelerinin merkezi hâline gelen coğrafyadan biridir. Enerji hatları, uranyum ve diğer kritik minerallerin rezervleri, ucuz emek potansiyeli ve Avrasya’nın kalbinde yer alan jeopolitik konumu, küresel sermaye birikimi ve hegemonya rekabeti bölgenin önemini artırıyor. Bu sürecin belirgin örneklerinden biri, ABD Başkanı Donald Trump’ın beş Orta Asya ülkesi liderini (C5+1: C = Central Asia/Orta Asya; 5 = beş Orta Asya cumhuriyeti; +1 = ABD) Beyaz Saray’da ağırlaması ve Washington’ın uzun süredir “ihmal ettiği” bölgeye yeniden yönelme hamlesi oldu. Bugün ABD ile Rusya-Çin ikilisi arasında giderek sertleşen rekabet, bağımlılık ilişkileri, bölgesel egemen sınıfların konumu ve emperyalizmin yapısal dinamikleri ile birleşerek Orta Asya’yı yeniden uluslararası siyasetin odak noktalarından biri hâline getirdi.

Sovyetler sonrası coğrafyada bağımlılık ilişkileri

Sovyetler sonrası dönemde ortaya çıkan boşluk, bölge ülkelerini hızlı bir şekilde kapitalist dünya ekonomisinin çevresinde konumlanmaya itti. Merkezi planlamanın yerini özelleştirme, Sovyet birikiminin talanı, borçlanma ve kaynakların uluslararası tekellere açılması aldı. Bu dönüşüm, bölgeyi dış güçlere bağımlı hâle getirirken, kitleleri derinleşen eşitsizlik, güvencesizlik, işsizlik ve yoksullukla baş başa bıraktı.

Yıllara yayılan çöküşün ardından Rusya, Sovyet birikimine yaslanarak 2000’li yıllardan itibaren toparlanmaya başladı ve eski ilişkilerini restore etme arayışına girişti. KGAÖ (Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü), BDT (Bağımsız Devletler Topluluğu), ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) gibi yapılar o süreçte inşa edildi. Bu gelişmeler Moskova’nın askeri ve siyasal etki alanını kurumsallaştırırken; göçmen işçilerin Rusya emek pazarına bağımlılığı ve krediler yoluyla kurulan ekonomik bağlar, bölgenin özellikle yoksul ülkelerinde yapısal bir bağımlılık rejimi yarattı. Bu durum, Tacikistan, Kırgızistan gibi yoksul ülkelerin egemen sınıflarının Moskova ile uyumlu bir çizgide ilerlemesini kolaylaştırdı.

Çin: Sermaye ihracının sessiz gücü

Aynı dönemde Çin, sessiz fakat çok kapsamlı bir ekonomik hegemonya inşa etti. Kuşak ve Yol Girişimi, esasen Çin sermayesinin ihracı, hammadde tedarik güvenliği ve artı-değerin küresel dolaşımının genişletilmesi için stratejik bir çerçevedir. Devasa krediler, altyapı bağımlılığı ve ticaret hacminin büyüklüğü düşünüldüğünde, Çin’in bölgeyi ekonomik olarak uzun süre kuşatacak bir bağımlılık ilişkisi kurduğu söylenebilir.

Bu “kalkınma” görüntüsü altında işleyen mekanizma, bölge halklarını ve emekçi sınıflarını Çin tekellerine ve yerel oligarşilere bağımlı kılarken, bunun siyasi sonuçlarını da beraberinde getiriyor; devlet aygıtlarının otoriter yapıları daha da güçleniyor.

ABD’nin “geri dönüşü” ve kaynak paylaşımı

ABD’nin C5+1 zirvesi, Washington’ın Orta Asya’ya yalnızca diplomatik “ilgisini” yansıtan bir etkinlik değil, ABD sermayesinin kaynak rekabetine yeniden dahil olma hamlesidir aynı zamanda. ABD’nin motivasyonları açıktır: Kritik minerallerin denetimi ve uranyum, volfram, altın, doğal gaz vb. kaynakları ele geçirmek. Zira bu mineraller emperyalist merkezlerin teknolojik ve askeri üstünlüklerini sürdürmeleri açısından zorunlu girdilerdir.

Son süreçte ABD’nin Kazakistan’la 17 milyar, Özbekistan’la 135 milyar dolarlık anlaşmalar yapması, bölge kaynaklarının ve gelecekteki emek ürünlerinin ABD finans kapitali tarafından çekilmesi anlamına geliyor. Jeopolitik kuşatma stratejisine odaklanan Washington, Rusya ve Çin’in ortak nüfuz alanını daraltmayı; bölgeyi yeni üsler, tedarik zincirleri ve enerji hatları üzerinden kendi sistemine daha sıkı entegre etmeyi hedeflemektedir.

ABD’nin Kazakistan’ı Abraham Anlaşmaları’na dahil etme girişimi ise ekonomik olmaktan ziyade stratejik bir manevradır. Washington, Orta Doğu’da geliştirdiği “normalleşme” hamlesini Orta Asya’ya genişleterek hem soykırımcı İsrail’i güçlendirmekte hem de bölgeyi ABD yanlısı bir siyasi hatta çekmeye çalışmaktadır.

Bölgesel egemen sınıfların rolü

Orta Asya devletlerinin dış politikadaki manevra kabiliyeti büyük ölçüde yerel egemen sınıfların çıkarlarıyla uyumludur.

Enerjiye dayalı tekeller (Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan) farklı emperyalist bloklar arasında rekabet yaratarak kendi iktidarlarını tahkim etmeyi amaçlamaktadır. Buna karşılık Tacikistan ve Kırgızistan gibi zayıf ekonomilere sahip ülkelerde siyasi elitler, daha çok kredi ve “güvenlik desteği” sağlayan aktörlere yaklaşmaktadır.

Bu nedenle, bölge ülkelerinin çok yönlü dış politika tercihleri “bağımsızlık arayışı” olarak değil; egemen sınıfların kendi çıkarlarını maksimize ederken yeni bağımlılık ilişkilerine sürüklenmesi olarak öne çıkıyor.

Sonuç olarak, bugün Orta Asya’da yaşananlar, klasik bir emperyalist paylaşım mücadelesinin güncel versiyonudur. Rusya askeri ve siyasal araçlarıyla, Çin ekonomik ve mali kapasitesiyle, ABD ise hem kaynak kontrolü hem jeopolitik kuşatma stratejisiyle bölgeyi yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır. Bu tabloda kaybeden ise çoğu zaman olduğu gibi bölge halkları ve emekçileridir.

Madenlerin işletilmesi, enerji hatlarının paylaşımı ve büyük sermaye yatırımları, küresel kapitalist tekeller ile yerel oligarkların çıkarlarını beslerken, işçi sınıfı ve emekçiler düşük ücret, borç bağımlılığı ve otoriter rejimlerin baskısı altında yaşamaya sürüklenmektedir. Orta Asya’nın gerçek bağımsızlığı ise, tıpkı Sovyet deneyiminde olduğu gibi, kapitalist bağımlılık ilişkilerini aşan ve toplumsal üretimi emekçi sınıflardan yana örgütleyen bir yapılanmadan geçmektedir. Aksi hâlde bölge, büyük güçler arasındaki rekabetin yalnızca sahası değil, olası çatışmaların bedelini ödeyen tarafı olmaya da devam edecektir.