Ekim başında Global Sumud Filosu’nun Gazze’ye insani yardım götürme girişimi uluslararası sularda İsrail unsurları tarafından engellendi, bazı teknelerle iletişim kesildi, fiziki saldırılar ve gözaltılar rapor edildi, olayın niteliğine dair haberler ciddi bir tartışma başlattı.
Sumud Filosu, içinde milletvekilleri, sivil toplum aktörleri ve uluslararası gözlemciler barındıran, uluslararası hukuka ve deniz hukukuna vurgu yapan bir girişimdi. Filoya yönelik saldırı, BM kürsüsünde “Filistin’i tanıdık” diye konuşan başkentlerin söylemleri ile denizde yaşanan fiili güç kullanımının karşılaştırılmasını zorunlu kıldı. Eğer tanıma kelimede kalacaksa, denizde ve kara sahasında yaşanan hak ihlallerine karşı hangi somut koruma mekanizmaları işletilecektir? Bu soru, bugün uluslararası politikanın merkezindedir. Bu tartışmayı görselleştiren figürlerden biri Ilan Volkov oldu. Tel Aviv doğumlu orkestra şefi, Eylül 2025’te Londra’daki BBC Proms sahnesinde Gazze’deki ölümleri ve yıkımı açıkça kınadı, ardından İsrail’de çalışmayacağını ilan etti ve sınırdaki dayanışma eylemlerine katılarak gözaltına alındığı bildirildi. Volkov’un örneği, sözün meşruiyetinin eylemle doğrulanması gerektiğini somutlaştırıyor: Devletlerin BM kürsüsünde verdiği mesajlar yalnızca, aynısının sahada da bir yaptırım ve değişim programına dönüşmesi halinde anlam kazanır.
2025 BM Genel Kurul döneminde Birleşik Krallık, Kanada, Avustralya ve Portekiz’in ardından Fransa, Malta, Monako, Belçika ve Lüksemburg gibi devletler Filistin’i devlet olarak tanıdıklarını açıkladılar, başka katılımlar bekleniyordu. Bu diplomatik dalga, Filistin davasının uluslararası meşruiyetini güçlendirme potansiyeli taşıyor. Ancak tarihsel tecrübeler gösteriyor ki BM kürsüsündeki “tanınma”, sahada karşılıksız kalıyor.
Suriye, Irak, Afganistan ve Venezuela örnekleri ortada. Resmi statü ve uluslararası tanınma, dış müdahalelerin, işgallerin veya yaptırımların yarattığı fiili kısıtlamalar karşısında tek başına koruyucu olmadı/olmuyor. Tanımanın uluslararası hukuk zemini için Montevideo kriterleri (devlet olma kriterleri) sıklıkla anılır; Filistin bu kriterlerin hepsini sahip durumdadır.
Öte yandan Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) geçmiş danışma görüşleri ve 2024–2025 süreçlerinde geliştirilen ihtiyati tedbir kararları, işgal, yerleşimler ve olası soykırım iddialarına ilişkin önemli hukuki referanslar sundu. Bu çerçeve, tanımanın hukuki zemini kadar, onu izleyen yükümlülükleri de ön plana çıkarır.
Avrupa’nın pratik tutarsızlıkları ve suç ortaklığı iddiaları
Sumud Filosu’na yönelik saldırı, tanıma beyanlarının pratiğe nasıl (veya nasıl olmayacağına) dair bir stres testi sağladı. Bazı başkentler, vatandaşlarının denizde saldırıya uğraması veya teknelere saldırılması karşısında sert diplomatik yaptırımlar uygulamadı, bazıları yalnızca kınama açıklamalarıyla yetindi. Bu farklı tutum, tanıma söyleminin sınırlarını gösteriyor: Eğer bir ülke Filistin’i resmen tanıyorsa, vatandaşlarının ve insani girişimlerin korunması için hangi bağlayıcı adımları atmayı göze alacaktır? Ayrıca Avrupa’nın silah satışları, güvenlik iş birlikleri ve ekonomik ilişkileri, İsrail’in saldırı kapasitesini sürdürmesine önemli katkıda bulunduğunu ve suç ortaklığını gösteriyor.
Kullanılan retorik ile uygulamadaki devamlılık arasındaki çelişki, “suç ortaklığı” eleştirisini gündeme getiriyor. Siyaset sahasında atılmayan somut adımlar, uluslararası hukukun ve etik sorumluluğun ihlaline ortaklıkla eş değerdir.
Toplumsal baskı: Emekçi sınıfların müdahalesi ve devlet çelişkileri
Tanıma dalgası, aynı zamanda iç politika dinamiklerinin sonucu olarak da okunmalı. İtalya’da geniş katılımlı genel grevler, emperyalist metropollerde emekçi sınıfların tepkisini gösteriyor. Sokaklar, hükümet söylemlerinin ötesinde sonuç talep ediyor. Bu toplumsal baskı, bazı hükümetleri sembolik hamleler yapmaya zorladı, ancak daha önemli olan, toplumsal taleple uyumlu düzenleyici ve yaptırımcı politika değişikliklerinin uygulanmasıdır. Öte yandan bazı hükümetlerin “Filistinli kardeşlerimiz” türünden söylemleri ile İsrail’le sürdürülen ticari/güvenlik ilişkileri arasındaki çelişki, halkların hafızasında güven kaybına yol açıyor. Örneğin, içeride sert söylemler sarf eden bazı ülkelerde ticari bağların sürdürülmesi, Almanya gibi bazı yerlerde ise Sumud Filosu’nu protesto edenlerin tutuklandığına ilişkin haberler, bu çelişkinin yansımalarından sadece birkaçını oluşturuyor.
Tanıma kararları İsrail yönetiminde öfke ve alarm yarattı. Yerleşim politikalarını ve Batı Şeria’da ilhak seçeneklerini yeniden gündeme taşıyan söylemler, krizi tırmandırma potansiyeli taşıyor. Aşırı sağ figürlerin “tanıyanlara karşı yerleşim” gibi provokatif açıklamaları, sahada yeni gerilimlere zemin hazırlıyor. Tanımanın barışa katkı yapması için, aynı zamanda çatışmayı tırmandırıcı adımların da caydırılması gerekiyor.
Şeyleri adıyla anmak
Filistin’in devlet olarak tanınması haklı ve gecikmiş bir hukuki ve politik karardır, ancak bu kararın gerçek anlamı, tanıyanların sözlerini eyleme dönüştürme iradesiyle ölçülür. Sumud Filosu’na yönelik saldırı, BM kürsüsünde yüceltilen sözlerin denizde ve sahada nasıl sınandığını gösterdi. Eğer tanıma, silah satışlarının durdurulması, işgal destekleyen ekonomik ilişkilerin sonlandırılması, hukuki soruşturmaların derinleştirilmesi ve ilhak/yerleşim projelerine karşı bağlayıcı yaptırımlarla desteklenmezse, tanıyan da tanımayan da bir noktada aynı suç ortaklığında buluşur. Bu nedenle “şeyleri adıyla anmak” gerekiyor. Filistin devlet olarak tanınacaksa, küstahça, kural kaide tanımadan “uluslararası hukuku” sistematik biçimde ihlal eden, işgali ve şiddeti bir yönetim biçimine dönüştüren İsrail’in de açıkça terör devleti olarak ilan edilmesi şarttır. Ancak o zaman bir siyasi karar, sembolik bir jest olmaktan çıkıp bağlayıcı politikalara dönüşebilir. Aksi hâlde BM kürsüsünde söylenen sözlerle denizde ve karada yaşanan gerçekler arasındaki uçurum büyümeye devam edecek, halkların hışmı ise, Volkov’un sahnesinde olduğu gibi, her sözü eylemle sınamayı sürdürecektir.