Demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrim-2

Bugün cumhuriyetimiz var ama onu demokratikleştirelim demek, mücadeleyi peşinen burjuva düzen sınırlarına hapsetmektir. Burada bir devrim perspektifi yok, burada reformcu bir tutum, peşinen buna dayalı bir bakış açısı var.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 14 Eylül 2025
  • saat-icon
  • 07:46

Birinci bölümde amaç konunun VII. Parti Kongresi gündemine neden girdiğine açıklık getirmekti. Bu, Türkiye’deki güncel durumun yanı sıra dünyadaki süreçlerin ortaya çıkardığı sorunlar üzerinden de gerekçelendirilmeye çalışıldı. Yine de sorunun önemi, temel hak ve özgürlükler mücadelesinin önem kazandığı bir tarihi evreye vurgu yapmanın ötesindedir. Asıl sorun, bugünün koşullarında önemini ve aciliyetini gündelik yaşamda zaten yeterince hissettiren bu mücadelenin doğru devrimci bir teorik-politik perspektif içerisinde ele alınabilmesidir. Sorunun ilkesel çerçevesinin ve teorik temelinin yerli yerine oturtulmasıdır.

Konu üzerine tartışma, dolayısıyla sorunun marksist açıdan teorik çözümü oldukça eskiye dayanıyor. Birinci emperyalist dünya savaşı döneminde, Lenin’in incelemeleri ve gerek Kautskizmle gerekse de kendi bazı yoldaşlarıyla tartışmaları, konuya daha o zamandan yeterli bir açıklık kazandırmıştır. O tarihi dönem dünya ölçüsünde bir genel kriz ve bunun dolaysız ürünü emperyalist bir dünya savaşıyla belirleniyordu. Faşizm henüz tarih sahnesine çıkmış değildi, bu savaşın ardından ve savaşın yol açtığı devrimci çalkantıları boğmak üzere gerçekleşecekti. Ama militarizmin ve savaşın belirlediği bir ortamda siyasal gericilik yine de diz boyuydu. Savaş durumu bahane edilerek temel demokratik özgürlükler gasp edilmişti. Öylesine ki, Alman ve Hollandalı bazı marksistler ile Lenin’in kendi bazı “sol” yoldaşları, emperyalist savaşın pratikte cumhuriyet ile monarşi arasındaki farkı silmiş olmasından hareketle, cumhuriyet ve demokrasi uğruna mücadelenin artık tüm anlamını yitirdiğini, siyasal sorunları bir yana bırakarak dosdoğru sosyalist devrim için mücadele etmek gerektiğini savunuyorlardı. Tartışma tam da bu düşünceler, onların ifade ettiği eğilim (Lenin’in nitelemesiyle, “emperyalist-ekonomizm”) üzerinden alevlendi ve sorunun birçok yönü tartışıldı.

Daha birinci emperyalist dünya savaşı yıllarında açıklığa kavuşturulmuş ve Ekim Devrimi’nin ardından daha da bir netlik kazanmış olan bu konuda, nasıl oldu da daha sonra dünya komünist hareketi bir ideolojik karmaşa içine girebildi? Daha önce de işaret etmiştim, bunun gerisinde 1930’lu yıllarda Komintern’in izlediği “halk cephesi” politikalarının rayından çıkması var. O tarihi evrede faşizm bütün Avrupa’yı sarsan güçlü ve saldırgan bir burjuva gericilik akımı olarak kendini göstermişti. Toplumlar için, ilerici insanlık kültürü için, özellikle de işçi sınıfının kazanımları için çok büyük, çok yıkıcı, çok öldürücü bir tehlike idi bu. Buna direnç göstermek ve bunun için de, olanaklı olduğunca en geniş anti-faşist güçleri birleştirmek ve harekete geçirmek gerekiyordu. O günkü koşullarda, faşizmin saldırısını püskürtmeye yönelik arayışlar bu çerçevede tümüyle meşru ve son derece anlaşılır idiler. Ama sonuçta bulunan çıkış yolu çok tartışmalıdır ve yol açtığı tarihsel sonuçlar komünist hareket için bozucu ve yıkıcı olmuştur. Tarihsel süreçlerin yarattığı açıklıkların ışığında, bunu bugün özellikle söyleyebiliyoruz. Burjuvazinin sözde anti-faşist kesimleri ile ittifak adına, burjuva düzenin temellerine yönelik stratejik mücadele, yani toplumsal devrim mücadelesi adım adım bir yana bırakıldı. Zira burjuvazi, ya da onun sözde anti-faşist şu veya bu kesimi, burjuva sınıf düzenine rıza göstermediğiniz sürece sizinle zaten ittifaka giremezdi.

Tarihsel gerçekler üzerinden biliyoruz ki, 1930’ların ikinci yarısından itibaren izlenen halk cephesi politikaları, giderek toplumsal devrimi bir yana bırakan bir seyir izledi. Faşizme, savaşa, gericiliğe karşı mücadele adına toplumsal devrim ufkunun yitirilmesiyle sonuçlanan bir süreç yaşandı. Bunun dünya komünist hareketinin bir bölümünü giderek düzen içi bir çizgiye götürdüğünü biliyoruz. Tarihsel süreci izlediğimizde, bunun, ilk önemli oportünist sonuçlarını savaşın sonlarına doğru açıkça gösterdiğini, sonra belli evrelerden geçerek Kruşçevci 20. Kongre ile birlikte kendini modern revizyonizm olarak ortaya koyduğunu, ardından ‘60’lı yılların sonuna doğru euro-komünizm evresine ulaştığını, böylece de aslında sosyal demokratlaşmayla sonuçlandığını görüyoruz. Demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrime ilişkin leninist perspektif yitirildiğinde varılacak sonuç işte bu olur ve sonuçta bu oldu. Dünya komünist hareketinin bozulması ve zaman içinde yıkımı, elbette salt düşünsel nedenlere bağlanamaz. Ama biz burada daha çok sorunun teorik ele alınışıyla, dolayısıyla düşünsel boyutlarıyla ilgiliyiz.

Faşizm belasını savmak taktik kaygısı nedeniyle devrimci parti kendi stratejik hedeflerinden kopamaz, dolayısıyla toplumsal devrim ufkundan vazgeçemez. Geçerse devrimci kimliğini ve dolayısıyla tarihsel misyonunu yitirir. Nitekim öyle de oldu. Ama daha birinci emperyalist savaş döneminde tüm açıklığı ile ortaya çıkan Kautskizm gerçeği, bu revizyonist ele alışın hiç de sonraki bir evrede faşizmin yükselişiyle bağlantılı olmadığını göstermektedir. Kaldı ki faşizmin yükselişi döneminde kendini ortaya koyan, gerçekte tam da Komünist Enternasyonal bünyesinde dibe çökmüş tortu olarak saklı duran İkinci Enternasyonal oportünizmiydi. Ekim Devrimi’nin karşı durulması zor basıncı altında Komünist Enternasyonal’e katılan partilerin hiç değilse bir kesiminde bu oportünizm dibe çökmüş halde saklı duruyordu. Uygun tarihsel koşullar ortaya çıktığında yüzeye çıkması hiç de zor olmadı. Yüzyılın başında bizzat Lenin tarafından sağlanmış açıklıklara rağmen, sonradan buna ilişkin oportünizmi doğuran ve dünya komünist hareketine yayan tarihsel kaynaklardan biri buydu.

Öteki bir kaynak, devrimin ağırlık merkezinin geri ülkelere, dolayısıyla geri toplumsal koşullara kayması olgusunun etki ve sonuçları olarak kendini gösterdi. Geri tarihsel-toplumsal koşullar geri ya da çarpık teorilere potansiyel olarak uygun bir zemin oluşturur. Yüzyılın başında modern burjuva toplumlar üzerinden tartışılmıştı bu konular. Konular açıklığa kavuştu ama daha sonra bir yandan dünya komünist hareketinin ideolojik evrimi, yani bozulması, öte yandan da dünya devriminin ağırlık merkezinin, yani mücadele alanlarının kırsal ağırlıklı toplumlara kayması ve bunun da geri teorileri uygun toplumsal zemin oluşturması, konuya ilişkin düşünsel karmaşa ve sapmaları ayrıca güçlendirdi.

Nitekim ‘70’li yılların Türkiye’sinde konuya ilişkin tartışmalar üzerinden bunu açıklıkla görebiliyoruz. ‘70’li yıllarda hararetle savunulup da bugün hala yüreklice arkasında durulabilen pek az düşünce var. ‘70’li yıllardan bugüne az çok tutarlı teorik miras olarak pek bir şey kalmadı. Ya ileriye doğru aşıldı, partimiz şahsında olduğu gibi. Ya da geriye dönük olarak tümden terkedildi, bir dizi tasfiyeci akım şahsında olduğu gibi. Dönemin devrimci akımları yeni dönemde devrimi bıraktılar, düzen içi konumlara yerleştiler, buna uygun görüşleri savunur hale geldiler. Devrimci bir teorik-politik yenilenme, geri teorileri bir yana bırakarak, Ekim Devrimi ile birlikte olgun halini bulmuş devrimci teorinin temel doğrularına dönmeyi, devrim, demokrasi, demokrasi mücadelesinin toplumsal devrimle ilişkisi türünden temel önemde konuları buradan giderek ele almayı gerektirirdi.

Bu konularda Lenin’e döndüğünüzde belirgin biçimde açıklığa kavuşuyorsunuz. Dolayısıyla da bugünün sorunlarını doğru bir biçimde kavrayabilme olanağı elde ediyorsunuz. TKİP’yi doğuran düşünsel gelişmenin açıklaması da buradadır. Ortada bir teorik-ideolojik başarımız varsa eğer, bunun gerisinde temelde bu var. Bunu daha en baştan da böyle dile getirdik. Teorinin sınıf özü ve diyalektik materyalist yöntemi söz konusu olduğunda klasiklere dönmeli, tarihsel gelişmenin ortaya çıkardığı yeni sorunlara açıklıklar getirmek söz konusu olduğunda ise günümüz dünyasına bakmalıyız, dedik. Sorunlar söz konusu olduğunda bugünün dünyasına bakmalı, ama bugünün dünyasının ortaya çıkardığı sorunları anlayabilmek için de yüzyılın başına, teorinin bilimsel yöntemine ve sınıf özüne dönmeli, oradan öğrenmeli ve dolayısıyla buradan giderek bugünü çözümlemeli ve anlamalıydık. Halkçı oportünizme karşı mücadele içinde yapmaya çalıştığımız bu oldu. Demokrasi ve kapitalizm, demokrasi ve sosyalizm, demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrim gibi temel önemde sorunları yerli yerine oturtmamız da bu sayede olanaklı olabildi.

 ‘70’li yıllarda sol grupların bir kısmı demokrasi mücadelesini sosyo­ekonomik tahlillerle gerekçelendirirlerdi. Türkiye yarı-feodal bir ülkedir, toprak sorunu çözülmemiştir, dolayısıyla bir köylü-toprak sorunu vardır; tarihsel olarak öncelikle bu sorunu çözmek, dolayısıyla kesintisiz devrim bakışı içinde öncelikle demokratik devrimi gerçekleştirmek gerekir, diyorlardı. Düşünce çizgileri buydu. Toplumsal gerçeklik dedikleri gibi olsaydı, bu yaklaşımın bir mantığı olurdu. Öyle toplumlar vardır ki, bunu örneğin Çarlık Rusya’sı ya da devrim öncesi yarı-feodal Çin toplumu üzerinden görebiliyoruz; devrim tarihsel-toplumsal zorunluluklar nedeniyle demokratik devrim aşaması üzerinden sosyalist devrime doğru büyümek zorundadır. Çin toplumu yarı-sömürge, yarı-feodal bir toplumdu. Çarlık Rusya’sı geri toplumsal ilişkileri barındıran, yüzde 90’ı köylülükten oluşan bir toplumdu. Böyle toplumlarda demokratik devrim zorunlu bir ön tarihsel evredir. Geri toplumsal ilişkileri tasfiye etmeden daha ileri bir safhaya geçemezsiniz.

Burada, Lenin şahsında marksistlerin üstünlüğü, bunu kesintisiz devrim perspektifi içerisinde ele almalarıydı. Dönemin marksistleri arasında Rus devriminin gündemdeki ilk aşamasının karakterine ilişkin bir tartışma yoktu. Bütün sorun bu devrim sürecinin nasıl ele alınacağıydı. Menşeviklerin tavrı belliydi; söz konusu olan burjuva devrimiydi, dolayısıyla önderliği de kazanımları da bu sınıfa aitti. Devrim başarıya ulaştığında burjuvaziyi iktidara getirecek, kapitalist gelişmenin önünü açacak, gelişip serpilmesini sağlayacaktı. Egemen konuma yükselmiş burjuvaziye karşı geleceğin sosyalist devrimi için uzun dönemli bir mücadele de ancak böylece gündeme gelebilecekti. Yani önce bir burjuva demokratik aşama, burjuva toplumunun yerleşmesi, oturması, demokratik biçimler içinde açılıp saçılması, ardından bu yeni zeminde geleceğin sosyalist devrimi için yeni bir mücadele dönemi... Diyelim ki otuz yıl ya da elli yıl, üç ya da beş kuşak sürecek yeni bir tarihsel evre. Soruna menşevik bakış buydu.

Lenin ise, daha 1905 Devrimi’nin ateşi içinde, ikili bir strateji formüle etti. Devrimin ilk aşamasında proletarya önderliğinde ve burjuva demokratik devrimin zaferine kadar köylülüğün bütünüyle ittifak, burjuva demokratik devrimin başarısının hemen ardından ise bu kez yoksul köylülükle birlikte sosyalist devrim mücadelesi... Yarı yolda durmayacağız, devrimi sonuna kadar götüreceğiz, diyordu Lenin. Bu kesintisiz devrimin özlü bir formülasyonuydu. Bu, yarı-feodal ilişkiler ve onun siyasal üstyapısı olan Çarlık rejimi devrildikten hemen sonra, bu kez burjuvaziye karşı ve sosyalist devrim mücadelesi, daha doğrusu devrimin ilk aşamasından bu ikinci aşamasına kesintisiz bir geçiş demekti.

Burada çok önemli bir başka nokta daha var, metinlerimizde ve polemiklerimizde yeri geldikçe altı çizilen. Bu da klasik burjuva devrimleri de dahil tüm köklü devrimlerin izlediği gelişme seyridir. Rosa Luxemburg’un bu konuda, büyük devrimlerin seyri ve gelişim diyalektiği üzerine tarihsel bir gözlemi var: Şubat Devrimi’nden başlayarak Ekim Devrimi’ne doğru sürecin gidişatını, 1640 İngiliz Devrimi ile 1789 Fransız Devrimi’nin gelişme şemaları ile karşılaştırır. Klasik devrimlerin açıklıkla gösterdiği gibi der, devrim ılımlı bir çizgide ve sınırlı taleplerle başlar, sonra git gide radikalleşerek, böylece önderliği de bir süreliğine daha alt sınıf ya da katmanların temsilcisi gruplara geçerek ilerler. Böylece tarihsel koşulların o sıra elverebildiği daha ileri sonuçlara varır.

(…)

Rosa Luxemburg, burjuva devrimler çağının iki klasik örneği üzerinden sözü Ekim Devrimi’ne bağlar. Şubat Devrimi’yle birlikte önce menşevikler ve sosyalist devrimcilerin desteklediği Kadet burjuvazisi öne çıktı, Geçici Hükümet bunun ifadesiydi. Sovyetlerin varlığı üzerinden ikili iktidar durumu, bunun basıncıyla Kadetlerin geçici hükümetten çekilmek zorunda kalmaları, böylece sosyalist devrimciler ile menşeviklerin öne çıkışı ve Kerensky hükümeti... Ve ardından büyük tarihsel sıçrama, Sosyalist Ekim Devrimi... Bolşevikler önderliğindeki işçi sınıfı iktidarı...

Rosa Luxemburg, Rusya’daki devrimin gelişim seyrinin bir evresinde itibaren kesin alternatifler açıklıkla belirdi der: Ya Lenin ya Kaledin! Kaledin Kazakların askeri lideri, karşı-devrimin o zamanki en önemli adamlarından biri. Ya Bolşevikler devrimi sonuna kadar, yani sosyalist devrim aşamasına götüreceklerdi, böylece emekçi köylülüğün de desteğiyle proletarya iktidarı kurulacaktı. Ya da devrim tıkanacak, belirli bir aşamada çakılacak, dahası ezilerek, böylece o güne kadarki kazanımlarını da yitirerek, gerisin geri savrulacaktı. Bu kez ya burjuva biçimi içerisinde olmak üzere monarşiye dönülecek ya da geçici bir karşı-devrimci biçim olarak burjuva bir askeri diktatörlük kurulacaktı.

Emperyalizm çağının toplumsal devrimlerinde klasik burjuva devrimlerinden farklı olarak gelişim seyrinin mantığı budur. Burjuva devrimi sınırlarını bir süreliğine aşıyor, ama ardından kendi normal yatağına çekiliyordu. 1840’da İngiltere, 1789’da Fransa’da olan buydu. Rusya’daki devrim de bir burjuva devrimi olarak başladı, ama bu artık bir başka çağdı. Devrime proletaryanın önderlik ederek onu burjuva sınırlarının ötesine, kesintisiz olarak sosyalist devrime taşımasının tarihsel koşulları oluşmuştu. İlk kez olarak Ekim Devrimi’yle burjuva sınırlar aşıldı, devrimci süreç kesintisizliği içinde sosyalist devrime ulaştı. Burjuva demokratik devrim olarak başlayan süreç, belirli ara evrelerden geçerek köklü bir sıçramayla sosyalist devrimle taçlandı.

***

Daha ortada Ekim Devrimi deneyimi yokken 1915-1916’da tartışmalar var. Demokrasi sorunu, genel olarak demokratik siyasal sorunlar, önemli ölçüde de ulusal sorun üzerine tartışmalar bunlar. Temelde konu siyasal sorunlar, emperyalizm çağında demokratik siyasal sorunların ele alınışı idi. Ama tartışmalara büyük ölçüde ulusal sorun vesile oluyor, konular bu eksende tartışılıyordu.

Bu dönemde sağ bir eğilim olarak Kautskizm var. Görünürde savaşa, militarizme, siyasal gericiliğin uç biçimlerine bir karşıtlık içinde. Ama gerçekte, burjuva düzeni kendi temelleri üzerinde ihya etmek amacına sahip. Bu amaç doğrultusunda demokrasi mücadelesini burjuva demokratik bir düzene ulaşma perspektifi içinde, yani reformist bir çerçevede ele alıyor.

 Öte yandan özellikle Bolşevik partisi bünyesinde, yanı sıra Hollandalı marksistler ve Almanya’da Rosa Luxemburg’un liderlik ettiği sol bir eğilim var. “Gemi azıya almış bu emperyalizm çağında”, burjuva demokratik kapsamdaki siyasal sorunlarla, dolayısıyla da ulusal sorunla uğraşmanın bir anlamı yok, zira savaşın açığa çıkardığı gerçekler bunu anlamsız hale getirdi, emperyalist savaş monarşiyi demokrasiyi eşitledi, artık arada esaslı bir fark kalmadı, diyordu bu eğilim. Fransız Devrimi’nin ürünü Cumhuriyetçi Fransa, monarşik Almanya, Çarlık Rusya’sı, burjuva demokrasisinin beşiği İngiltere, tümünün bir arada savaş üzerinden demokrasiyi boğması, buna kanıt olarak sunuluyordu. Böylece siyasal sorunlarla zaman kaybetmeye değmez, bunlara ilgi gösterdiğimiz ölçüde proleter devrim perspektifinden uzaklaşırız diyen bir eğilimdi bu.

Lenin bu akımı, kendi kavramlaştırmasıyla, “emperyalist ekonomizm” olarak niteledi. Rusya’da marksist hareketin doğduğu bir evrede klasik ekonomizm var. Klasik ekonomizm kapitalizm gelişiyor ve giderek egemen olacak; bu durumda siyasal sorunlarla uğraşmanın bir anlamı yok, bunu burjuvaziye bırakalım ve biz işçilerin ekonomik sorunlarıyla uğraşalım diyordu. Klasik ekonomizmin mantığı buydu. Peki emperyalist ekonomizmdeki mantık ne? Kapitalizm gelişmiştir, emperyalist aşamaya varmıştır, bu da krizler, savaşlar, militarizm ve siyasal gericilik üretmiştir. Böyle bir çağda artık demokrasiydi, burjuva anlamda özgürlüktü, ulusların kendi kaderini tayin hakkıydı, bunlar uğraşmanın anlamı yok, dosdoğru burjuvazinin kendisini devirmek gerekir. Demokratik siyasal sorunlarla uğraşmak proleter devrime giden perspektifi yalnızca bulandırır ve geciktirir. Siyasal sorunların, özellikle de ulusal sorunun çözümü, kapitalizmin bu yeni koşulları altında artık imkansız ve sosyalist devrim sonrasında ise oluşan tümüyle farklı koşullar nedeniyle de artık gereksizdir. Lenin’in “emperyalist ekonomizm” olarak nitelediği bakış açısının mantığı kabaca buydu.

Lenin ise, evet, emperyalizm çağı, emperyalist düzen, demokrasiyi büyük ölçüde bir hayale çevirdi; tekelci kapitalizm doğası gereği siyasal demokrasiden siyasal gericiliğe geçişi hazırlar, ekonomik tekel kendini siyasette siyasal gericilik olarak üretir, bütün bunlar doğru, diyor. Emperyalist düzen sadece ulusların kendi kaderini tayin hakkını değil tüm öteki demokratik siyasal sorunların çözümünü de alabildiğine zora sokar. Şu veya bu sorun kazara bir ölçüde çözülmüş gibi görünse bile, gerçekte bu köklü ve kalıcı bir biçimde olmaz. Çözüm geçici ve iğreti kalır, kurulu düzen bu sorunları yeniden yeniden üretir. Bütün bunlar doğru diyor Lenin. Ama bu gerçeklikler yine de demokratik siyasal sorunların, dolayısıyla onlar uğruna mücadelenin anlamını ve çok büyük önemini ortadan kaldırmaz. Zira emperyalist kapitalizm, siyasal gericiliği üretip demokratik kurumları, ilişkileri, hakları gasp ettiği ölçüde, böylece kitlelerde buna ilişkin duyarlılıklar, istemler, özlemler uyandırır, bu ise bunlar uğruna mücadelelere yol açar. Bu durumda görevimiz, bu sorunlardan, istemlerden, özlemlerden hareketle kitleleri mücadeleye çekmek, bu mücadeleler içinde onlar siyasal bakımdan eğitmek ve böylece de mücadeleyi toplumsal devrimin zaferine doğru büyütmektir. Dolayısıyla siyasal sorunlar, savaşa ve militarizme karşıtlık, barış sorunu, kadın sorun, ulusal sorun, sömürgeler sorunu, demokratik hak ve özgürlükler sorunu, bütün bunlar, kitleleri bu duyarlılıklar üzerinden mücadeleye çekmek, birleştirmek, örgütlemek, eğitmek ve böylece devrimci süreci burjuvaziyi devirme mücadelesine götürüp bağlayabilmek için büyük olanaklar sunarlar.

Lenin’in düşünce çizgisi buydu. Nitekim bunu, bu konuyu her ele alışımızda aktarmak ihtiyacı duyduğumuz o çok veciz sözlerde en güçlü bir biçimde dile de getirmiştir: “Demokrasi sorununun marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri, kendi sınıf savaşımında seferber etmesidir.”

 Başından itibaren, özellikle de ‘90’lı ilk yıllarda, tüm bunlar halkçı demokratizmin eleştirisi vesilesiyle enine boyuna irdelenip ortaya konulmuş sorunlar hareketimiz payına. Biz tam da halkçı küçük-burjuva demokratizmini eleştirirken, kapitalist düzen koşullarında demokrasi mücadelesinin anlamını, önemini ve gereklerini de tüm açıklığı ile ortaya koyduk. Eleştirdiğimiz nokta, bu konuların ele alınışındaki küçük-burjuva oportünist çarpıklıklar ve sapmalar idi. Sorun hiçbir biçimde demokratik siyasal istemlerin önemini yitirip yitirmediği değildir. Kapitalizm koşullarında bu sorunlar önemini yitirmez, tersine daha çok önem kazanır. Zira artık bizzat kapitalizm bu sorunların verimli bir kaynağıdır, onları yeniden yeniden üretir. Bugün Avrupa’ya bakın, kapitalist rejim şovenizm ve yabancı düşmanlığı üretiyor, militarizm, emperyalist saldırganlık ve savaşlar üretiyor, polis rejimi ve faşizm üretiyor vb. Tüm bu sorunları kapitalizm döne döne yeniden üretiyor. Toprağı, zemini, kaynağı artık bizzat kapitalizmin kendisidir. Eğer toprağı ya da kaynağı kapitalizm ise, bütün sorun, kitlelerin buradan kaynaklanan duyarlılıklarından ve istemlerinden hareketle, bu enerjiyi sistemin kendisine yöneltebilmektir. Dolayısıyla da demokrasi mücadelesini toplumsal devrime bağlayabilmektir.

Bu temel önemde bir bakış açısı sorunudur. Bu sorunda reformist oportünizm ile devrimci Marksizm birbirinden keskin hatlarla ayrılır. Lenin, kautskistler siyasal sorunları programa koymakla yanlış yapıyor değiller, bu siyasal sorunlar tabii ki önemli ve programımızda bunlara yer vermeliyiz diyor ve ardından ekliyor: Sorun şu ki, kautskistler bunu geleceğin toplumsal devrimine göre değil, tersine geriye doğru, yani kurulu düzen perspektifi içinde, yani barışçıl kapitalizme göre ele alıyor, böyle formüle ediyorlar. Bütün sorun bu, temel ayrım noktası burada.

Bunu bugünün Türkiye’sinde kendini ortaya koyan güncel bir eğilim üzerinden örnekleyebiliriz. Abdullah Öcalan ne diyor? Cumhuriyet kuruldu yüz sene önce, ama demokratikleşemedi, görev birlikte kurduğumuz Cumhuriyeti demokratikleştirmektir, Kürt sorunu da bunun içinde çözümünü bulacaktır... İmralı teslimiyetini izleyen yeni dönemin, yani son yirmi yılın yeni bakış açısı artık budur. Bu, demokrasi mücadelesini kurulu düzeni kendi içinde demokratikleştirmeye bağlamak demektir. Ve Türkiye’de bir dizi siyasal parti, grup ya da çevre bu bakış açısıyla hareket ediyor, yani demokratik cumhuriyet çizgisi izliyor. Öcalan, geleneksel halkçı hareketin önemli bir kesimini düzen içi bir demokrasi mücadelesi perspektifine kazanmış durumda.

Öteki bir kesim ise görünürde demokrasi mücadelesini önemsemiyor. Bunu da birtakım keskin söylemlere bağlıyor. Oysa bu tümüyle bir hile, kaba bir aldatmaca. Siyasal özgürlükleri, bu arada sosyal-şoven bir tutumla Kürt sorununu önemsemeyen bu aynı kesim, ama öte yandan laiklik, bağımsızlık ve devletçilik gibi temaları ana eksen olarak kullanıyor. Oysa bunlar da burjuva demokratik kapsamda siyasal sorunlar. Laiklik örneğin, demokratik siyasal bir sorun tamı tamına. Aynı şekilde bağımsızlık, aynı şekilde milli ekonomi ya da devletçilik... Bu kesim bu sorunlar üzerinden ulusalcı bir program savunuyor. Öcalan çizgisindekiler demokratik cumhuriyet, yani burjuva demokratik bir program izliyorlar. Sosyalizm maskeli kemalist sol ise burjuva ulusalcı bir programı savunuyor. İkisi de siyasal sorunların belli unsurlarını alıp, onu kendi içinde bir programa çeviriyorlar. İkisi de kurulu düzenin sınırları içinde, dolayısıyla reformist.

Bütün bu sorunlar; laiklik, siyasal bağımsızlık, temel özgürlükler, Kürt sorunu, kadın sorunu, çevre sorunu vb. elbette önemlidir. Ama marksist açıdan bütün sorun, bu sorunlar üzerine mücadelenin toplumsal devrim perspektifi içinde ele alınabilmesidir. Türkiye’de bugün emperyalist dünya sistemine bin bir bağla bağlı çıplak bir sermaye diktatörlüğü var. Böyle bir ülkede kendi içinde bir demokrasi ya da bağımsızlık mücadelesi kurulu burjuva düzenin sınırlarını aşmayan bir mücadeledir. Kendi içinde demokrasi mücadelesi, burjuva toplumunun demokratik biçimini yaratma mücadelesidir. Kendi içinde bir bağımsızlık mücadelesi, en iyi durumda siyasal bağımsızlık demektir. Bu da doğası gereği kurulu düzeni aşamayan bir mücadeledir. En tam bir siyasal bağımsızlık koşullarında bile emperyalist dünya sisteminin iktisadi-mali ilişkileri belirleyicidir.

Lenin’in makalelerinden söz ettim. Büyük ölçüde bunlar ulusal sorun eksenli makaleler ama bu yanıltıcı olmamalıdır. Bugüne kadar Lenin’in ulusal soruna ilişkin makaleleri daha çok ulusal sorun, dolayısıyla Kürt sorunu üzerinden ele alındı. Oysa Lenin, makalelerinde net bir biçimde, ulusal sorunu demokratik sorunlardan yalnızca biri olarak görür. Ulusal sorunun ele alınışına ışık tutan bakış açısı, aynı biçimde, tüm öteki siyasal sorunlara da uygulanabilir. Sorunun özü demokrasi ve kapitalizm, aynı şekilde demokrasi ve toplumsal devrim ilişkisi sorunudur. Kitlelerin demokratik siyasal istem ve özlemlerini nasıl bir mücadele perspektifi içerisinde anlamlandırılacağıdır. Bunlar uğruna mücadeleyi sermaye egemenliğine karşı mücadeleden kopardığınızda reformizme, önemsizleştirip bir yana ittiğinizde ise emperyalist ekonomizme düşmüş olursunuz.

Lenin’in tartıştığı kişiler ciddi, kapasiteli, son derece yetenekli marksistlerdi. Rosa Luxemburg ve Spartakistler, Anton Pannekoek ve Hollanda solları. Bu arada elbette kendi yoldaşları, Buharin, Pyatakov ve ötekiler. Bu insanlar gerçekte devrimci marksist ve enternasyonalist. Ama emperyalist savaşın sarsıntıları içinde, tartışma konusu sorunlarda yanlış bir bakış açısına sürüklenmişlerdi. Esas olan emek-sermaye çelişkisi, dolayısıyla dosdoğru sosyalist devrim, öteki her şey işçi sınıfının dikkatini dağıtır, perspektifini bozar, ona zaman ve enerji kaybettirir diye düşünüyorlardı. Bu tür sorunların devrimci partileri zaman içinde düzen içi mücadelelere bağlayabildiğini tarihsel deneyim gösteriyor. Ama bu, sorunun özünde kaustkist ele alınışının yarattığı bir akıbettir. Oysa aynı sorunları Lenin’in çizgisindeki Bolşevik Partisi gibi ele almak da var. Bu sorunları önemsemek, bu sorunlar uğruna mücadeleyi önemsemek, kitleleri bu mücadeleye çekmek, bu mücadeleler içerisinde eğitmeye çalışmak, ama bunu da şaşmaz bir biçimde burjuva sınıf egemenliğinin yıkılması hedefine bağlamak... İşte buna, demokrasi mücadelesi sorununun marksist ele alınışı ya da demokrasi sorununun marksist çözümü diyoruz.

Lenin bu tartışmalarda demokrasi sorununu basitçe burjuva demokrasisi sınırları içinde ele almıyor. Demokrasi sorununa marksist diyalektiğe dayalı bir bakışı var. Lenin’in derinlemesine diyalektik çalıştığı bir evre bu. Bir taraftan emperyalist savaş evresi, çelişkiler alabildiğine keskinleşmiş, dolayısıyla birtakım sorunları anlamak için bir tarihsel açıklık zemini var. Öte yandan Lenin’in çok iyi bir teorik felsefe hazırlığı var. Hegel’i aylarca incelediği bir dönem bu. Sorunun özünü marksist açıdan başarıyla ortaya koyabiliyor. Demokratik siyasal sorunları ayrımsız önemsemeliyiz; ama bunlar uğruna mücadeleyi de, geriye dönük olarak barışçıl kapitalizme göre değil, fakat ileriye yönelik olarak proleter devrim perspektifi içerisinde ele almalıyız diyor. Böylece sorunun devrimci marksist ele alınışını ortaya koymuş oluyor. Nitekim Nisan Tezleri’ndeki temel bakış açısı da buna dayalıdır. Sonunda sürecin gidip toplumsal devrime bağlandığını, sosyalist devrimin zaferiyle taçlandığını görüyoruz.

Lenin’in savaş dönemi çalışmaları içinde temel önemde makaleler ve konuya ilişkin olarak ortaya konulmuş çok özlü formülasyonlar var. 1916 Ocak-Şubat’ında kaleme alınmış olan “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı-Tezler” başlıklı metin bunun çok iyi bir örneği. Tezler’de demokrasi mücadelesi teorik ve tarihsel bir çerçevede ortaya konuluyor. Konu burjuva düzenin emperyalizm çağındaki gerçekliği üzerinden ele alınıyor. Formülasyonlar çok açık, net ve güçlü.

Bu sorunları aynı dönemde tartışan öteki devrimcilerin bakış açısı teorik yönden bulanık, siyasal yönden ise devrimi güçten düşüren sol sekter bir nitelikte. Rosa Luxemburg, Ekim Devrimi sonrasında bile hala köylü sorunu ya da ulusal sorunu doğru bir biçimde ortaya koyamıyor. Kuşkusuz her iki sorunun da önemini biliyor ama çözümü gerçekçi değil. Köylü toprak istiyor diye köylüye toprak veremeyiz, verirsek büyük bir küçük-burjuvalar denizini bizzat kendi ellerimizle yaratmış oluruz diyor örneğin. Ama bu sizin keyfinize kalmış bir tercih sorunu değil ki. Siz burjuvaziyi devirmek, bunun için de köylülüğün devrimci enerjisinden en iyi ve etkin biçimde yararlanmak istiyorsunuz. Köylülük ise bu enerjiyi ortaya koyabilmek için toprak istiyor. Toprağı vermediğiniz bir durumda köylülüğün devrimci enerjisini de değerlendiremiyorsunuz. Sorun basitçe bu.

Bolşevikler köylülere toprak verip bir küçük-burjuvalar denizi yaratmaya, bir küçük mülkiyet ülkesi yaratmaya çok meraklı değillerdi. Ama köylünün talebi çok netti, topraklara el koymak ve paylaşmak istiyordu. Lenin, Şubat Devrimi’nden sonra, köylü temsilcilerinin ortaya koyduğu programı olduğu gibi benimsedi. Ve nitekim Ekim Devrimi’nin ardından da uygulandı bu programı. Kapitalist ilişkilerin egemen hale geldiği büyük çiftlikler hariç, yarı-feodal ilişkilerin egemen olduğu alanlardaki bütün öteki topraklar, bizzat köylü komiteleri eliyle köylüler arasında paylaştırıldı. Ama bu program izlenmeseydi, böylece köylülüğün desteği alınmasaydı, işçi-köylü ittifakı kurulmasaydı, devrim zaten zafere ulaştırılamazdı.

Rosa Luxemburg, köylüye topraklar dağıtılırsa küçük-burjuvalar denizi olur diyor ama dağıtamadığınız bir durumda da devrimi zafere ulaştıramıyorsunuz, ya da bir biçimde ulaştırsanız bile iktidarınızı uzun süreli olarak koruyamıyorsunuz. 1919’daki Macar Sovyet Cumhuriyeti deneyimi bunun çok açıklayıcı bir örneğidir. Macar Sovyet Cumhuriyeti Rosa Luxemburg’unkine benzer doktriner kaygılarla köylülüğün toprak istemine ilgisiz kaldı, böylece de desteğinden yoksun kaldı. Bu da yıkılışını kolaylaştırdı ve hızlandırdı. Bu, Macar devriminin en temel derslerinden biridir. Köylüye toprak dağıtmamak, dolayısıyla köylünün devrimci enerjisini açığa çıkaramamak, yaşadığı yenilginin temel nedenlerinden biridir. Sorunu daha bir de yarı-feodal ilişkiler ağındaki toprakları köylülüğe dağıtmayıp da ne yapacaksınız gibi daha temel iktisadi-toplumsal bir yönü var ki, ona hiç değinemedim. Buradaki amacım sorunların daha çok siyasal yönü olduğu için.

Aynı mantık ulusal sorun için de geçerlidir. Rosa Luxemburg ulusal eğilimlere prim veremeyiz diyor ama sorun bu değil ki. Çarlık denilen rejim yüzyıllar boyunca başka ulusları zorla köleleştirmiş. Siz ezilen ulusların özgürce ayrılma hakkını tanımaz ve içtenlikle savunmazsanız eğer, o ulusların işçileri ve emekçileri ile ezen ulusun işçi ve emekçilerini birleştirip bütünleştiremezsiniz, bunun için gerekli olan kardeşçe güveni yaratamazsınız. Eski düzenin yüzyıllar içinde yarattığı tarihsel tahribatı onarmak, bunun ürünü güvensizliği kırmak durumundasınız. Bolşevikler ulusların ayrılıp ayrı devlet kurmasına çok da hevesli değillerdi. Tam tersine, öyle bir politika izleyelim ki, ezen ve ezilen ulusun proletaryasını öyle bir eğitelim ki, yarın eşit koşullarda özgür birleşmenin koşulları yaratabilelim diye bakıyorlardı soruna. Sorunun esası ve özü budur. Lenin’in bu konudaki bakışı ve politikaları emsalsizdir, tarihsel deneyimle tam olarak doğrulanmıştır.

Polonya ve Finlandiya ayrıldı. Devrim buralara da yayıldı ama başarısız oldu. Finlandiya Devrimi burjuva toplumunun iki temel sınıfını karşı karşıya getiren bir proleter devrimdi. İşçiler dosdoğru burjuvaziye karşı savaştılar, ama yenilgiye uğradılar. Başarıya ulaşsaydılar Finlandiya da muhtemelen Sovyet Cumhuriyetleri birliği içerisinde yer alacaktı. Devrim ezildi, burjuvazi egemen oldu, Bolşevikler ayrılmak isteyenlerin ayrılma hakkını tanıdılar. Bu doğru bir politikaydı, teorik olarak da, tarihsel olarak da. Başka yolu, sorunun başka türlü bir çözümü yok.

Ama sosyal-şovenler ezilen ulusa bu hakkı tanımıyorlar. Devrim başarıya ulaştığında baskı ve eşitsizlik zaten bitecek, buna ne gerek var mantığı ile bakıyorlar soruna. Bundan dolayıdır ki Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı üzerine söz etmiyorlar, temel belgelerinde bu konuya yer vermiyorlar. Ulusal eşitsizlikler ve ayrımcılık son bulacak demekle yetiniyorlar, dolayısıyla sorun da böylece çözülmüş olacaktır demek istiyorlar. Lenin’den ve Ekim Devrimi’nden sonra tutup sorunu böyle koymak sosyal-şovenizmin dipsiz kuyusudur. Devrimden sonra ayrımcılık uygulanmayacaktır demek bir şey demek değildir, bu içi boş bir vaattir. Mesele ayırımcılığın uygulanıp uygulanmaması değil. Mesele bir halkı zorla bir bünyede tutma durumu ortadan kaldırılacak mı, aynı bünyede kalıp kalmamak tercihi bu halkın kendi özgür iradesine bırakılacak mı sorunudur. Bu konudaki tutumunuzu ve samimiyetinizi bugünden en tam bir açıklıkla ortaya koymalı, her günkü mücadeleler içinde işçileri ve emekçileri bu doğrultuda eğitmelisiniz. Geleceğin özgürlüğe ve eşitliğe dayalı gönüllü birliğini ancak böyle bir çizgiyi bugünden izleyerek hazırlayabilirsiniz.

İdeolojik-manevi önderliğini Öcalan’ın yaptığı kanat ise benzer bir oportünist tutarsızlığı başka sorunlar üzerinden gösteriyor. Seçim döneminde bildirge yayınlıyorlar örneğin, ama bir tek anti-emperyalist şiara ya da talebe yer vermiyorlar. Devrimci anti-emperyalist geleneği bu kadar güçlü olan bir ülkede, üstelik bir NATO ülkesinde, bu yapılabiliyor. Türkiye’de devrim NATO’ya karşı da devrim demektir. NATO alt edilmeksizin Türkiye’de bir devrim olanaksızdır. Oysa birileri seçim bildirgelerinde buna bir cümleyle bir yer vermiyorlar. Kürt hareketinin önlerine koyduğu perspektifi olduğu gibi onaylıyorlar. Günümüz sol hareketinin liberal demokrat kanadının durumu da bu.

Bugün cumhuriyetimiz var ama onu demokratikleştirelim demek, mücadeleyi peşinen burjuva düzen sınırlarına hapsetmektir. Burada bir devrim perspektifi yok, burada reformcu bir tutum, peşinen buna dayalı bir bakış açısı var. Aynı durum diğer tarafta var, laiklik, bağımsızlık, devletçilik istemlerine dayalı bir program üzerinden. Bu da burjuva demokratik sınırlarda bir program. Burjuva yurtsever ve burjuva demokratik! Solun iki kanadının, ulusalcı liberal sol ile liberal demokratik solun birbirinden farkı yalnızca budur.

***

Devrimlerden, devrim süreçlerinden gerçekleşmiş tarihsel örneklerden söz etmişken, sorunun bir başka yönüne de kısaca değinmek istiyorum. 1920’lerde Komintern bünyesinde yapılmış tartışmalara baktığımızda, bir dizi ülkeden adı sanı daha az bilinen insanların ortaya gerçekten dikkate değer düşünceler koyduğunu görüyoruz. Bu şaşırtıcı da değil. Çünkü Ekim Devrimi’yle başlamış büyük devrimci süreçlerin içinden geliyorlar. Sadece teoriden değil ama aynı zamanda devrimci çalkantıların son derece aydınlatıcı tarihsel verilerinden de besleniyorlar.

Örneğin birçok bakımdan tartışmalı bir konumda olan George Lukacs’ın, Lenin’in ölümü üzerine kaleme aldığı kitapçıkta, Lenin’in devrim perspektifini ortaya koyarken kullandığı çok veciz bir tanım var. Çağdaş devrimlerin öncelikle burjuva demokratik sınırlarda başlaması gerçeğinden hareketle, gerçek devrim burjuva demokratik devrimin proleter devrime diyalektik dönüşümüdür diyor. Nitekim Ekim Devrimi’ne varan süreç de dahil, dönemin bütün devrimleri burjuva demokratik sınırlarda, buna dayalı sorunlar ya da istemler üzerinden patlak veriyor. Ama sürecin gerçek bir toplumsal devrim düzeyine ulaşabilmesi, bu sınırlarda başlamış bir devrimin proleter devrime sıçrayabilmesiyle olanaklı olabilir ancak.

Bu düşünce bugün için de doğru ve geçerlidir. Bugün hiçbir ülkede salt sosyalist istemlerle devrim patlak vermez, veremez. Savaş sorunundan, ulusal sorundan, büyük bir iç skandaldan, kadın ya da hatta çevre sorunundan patlak verebilir... Hemen bütün devrimler teorik anlamıyla burjuva demokratik saydığımız istemler üzerinden patlak verirler. Ama sürecin gerçek bir devrime dönüşüp dönüşmemesi, o dar sınırları aşıp aşmamasına, kurulu düzenin temellerine yönelip yönelmemesine bağlıdır. Gerçek devrim burjuva demokratik sınırlardaki bir devrimin proleter devrime diyalektik dönüşümüdür formülasyonu bunu anlatır.

Devrim burjuva demokratik sınırlar içinde kaldığı sürece devrim olmaktan çıkıyor, dahası karşı-devrime bile dönüşebiliyor. Rosa Luxemburg’un “ya Lenin ya Kaledin!” demesi bundan. Ya bütün sonuçlarına giden gerçek bir devrim ya da gerisin geri karşı-devrim! Bunun içindir ki, 1918 Alman Devrimi aynı zamanda bir karşı-devrimdir. Devrimin ezilmesiyle yerini karşı-devrim almıştır. Buna rağmen devrimci çalkantılar aralıklarla birkaç yıl daha sürdü, ama süreç sonuçta karşı-devrimin başarısıyla noktalandı.

1848’de de böyle olmuştu. Engels’in 1848 Devrimlerinden Alman devrimini konu alan kitabının başlığı “Almanya’da devrim ve karşı-devrim”dir. Almanya’da Mart Devrimi var, 1848’de. Ama çalkantılı bir sürecin ardından bu devrim sonunda karşı-devrim tarafından ezildi. Engels’in konuya ilişkin incelemesine “Almanya’da devrim ve karşı-devrim” başlığını uygun görmesi bu açıdan açıklayıcıdır.

Gerçek devrim burjuva demokratik devrimin proleter devrime diyalektik dönüşümüdür formülasyonuna bunun ışığında bakılmalıdır. Emperyalizm çağında ve modern bir burjuva toplumunda burjuva demokratik sınırlarda başlamış bir mücadele ya da devrim eğer proleter devrimine doğru büyüyemiyorsa, o devrim gerçek bir devrim sıfatına hak kazanamaz, süreç karşı-devrimin zaferiyle sonuçlanır. Geleceğin devrimleri de gerçekte burjuva demokratik sınırlarda başlayacaktır. Savaşa karşı barış istemiyle, faşizme ya da siyasal gericiliğe karşı özgürlük istemiyle, dinsel yobazlığa karşı laiklik istemiyle vb. başlayabilir bir devrimci durum pekâlâ. Geride kalan yıl içinde İran’daki büyük toplumsal çalkantı kadın sorunu üzerinden, kadına dayatılan örtünme zorunluluğu üzerinden patlak verdi. Türkiye’de Gezi Direnişi çevre duyarlılığı üzerinden patlak verdi. Bunlar açıklayıcı örnekler.

Bütün sorun, devrimin başladığı dar sınırlarda kalıp kalmaması sorunudur. O sınırlarda kalması gerçek devrime doğru büyü mediğini gösterir. Bu durumda salt bir direniş ya da isyan olarak kalır, en iyi durumda belli tavizlerin elde edilmesiyle sonuçlanır. Başladığı dar sınırları parçalayıp aştığında, kurulu düzenin temellerine yöneldiğinde ise, gerçek bir devrim halini alır ve toplumsal devrime doğru sıçrar.

1974 Portekiz Devrimi deniliyor örneğin, ama izah etmeye çalıştığım anlamda hiç de gerçek bir devrim düzeyine ulaşamadı 1974 hareketi. Çünkü devrim belli sınırlarda çakıldı kaldı. Burjuva düzeni siyasal biçim değiştirdi. Salazar diktatörlüğünden kalan biçimler yumuşadı ama kurulu düzen, dolayısıyla mevcut sınıf ilişkiler olduğu gibi kaldı. Toplumsal ilişkiler alanında, mülkiyet ilişkileri alanında hiçbir şey değişmedi. Salazar diktatörlüğünün yarattığı kurumlaşmalar tasfiye oldu, siyasal kısıtlılıklar yumuşadı. O sahte ve güdük biçimi ve anlamıyla burjuva demokrasisi, belli sınırlar içinde egemen hale geldi. Dolayısıyla 1974’de söz konusu olan hiç de gerçek bir devrim değildi. Burjuva demokratik sınırlar içerisinde kalmış bir devrimci çalkantıydı söz konusu olan, reform sınırlarında bazı sonuçlar yaratarak son buldu. Ama devrime de büyüyebilirdi; nitekim işçiler, emekçiler, kısmen köylüler ve ordunun alt kademeleri bunu zorladı da. Ama başarılı olamadı.

Çağdaş dönemde devrimci çalkantılar proleter devrime doğru büyümedikçe gerçek devrim düzeyine ulaşamıyor. Nepal bunun günümüzdeki bir başka örneği oldu. Nepal’de büyük mücadeleler verildi, çok büyük bedeller ödendi. Ama süreç gidip burjuva parlamentarizmi ile noktalandı. Kurulu düzen, temel sınıf ilişkileri olduğu gibi yerli yerinde kaldı. Nepal gibi geri bir toplumda ne yapabilir ki sorunu değil burada söz konusu olan. İngiliz Devrimi sırasında, o tarihsel evrede, “Eşitlikçiler”, “Kazıcılar” da kendi özlemleri doğrultusunda bir şey yapamazlardı. Ama burjuva devriminin daha köklü sonuçlara ulaşmasında özel bir rol oynadılar. Nitekim bu sayede Fransa’da ne kilise egemenliği ne de genel olarak feodal egemenlik kaldı. Baldırı çıplaklar harekete geçmeseydi, devrimin o dinamik sol kanadı olmasaydı bunlar olmayacaktı. Köylüye toprak dağıtılmayacaktı, kilisenin mallarına el konulmayacaktı, dinin etkisine büyük bir darbe vurulmayacaktı. Tam da devrimin aşırı kanadı sayesinde burjuva devrimi bütün sonuçlarına vardı.

Ama modern zamanlarda durum farklı. Şimdi artık burjuva demokratik sınırlarda başlayan bir devrim süreci ya büyüyerek proleter devrime varacak, böylece gerçek devrim olacak ya da ezilecek, süreç devrimden karşı-devrime doğru evrilecek. Ya da Nepal örneğinde olduğu gibi devrimci parti adım adım düzen sınırları içine çekilecek ve böylece devrimci süreç bertaraf edilecek. Sonuçta devrim süreci gerçek bir toplumsal devrim düzeyine ulaşmadan geride kalacak.

(Devam edecek…)

www.tkip.org’dan alınmıştır…