ABD, saldırganlık, savaş, işgal ve müdahaleciliği küresel hegemonyasını koruyup sürdürmenin temel araçları olarak kullanmaktadır. Bu politikalar 1950’li yıllardan bu yana Ortadoğu’dan Asya’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar birçok ülkede askeri darbeler, ekonomik kuşatmalar, ambargolar ve rejim değişikliği operasyonları biçiminde kendini göstermiştir. Son yıllarda Venezuela’ya yönelik artan askeri baskı, bu sömürgeci çizginin hem sürekliliğini hem de yeni biçimlerini gözler önüne sermektedir.
Latin Amerika, ABD’nin küresel hegemonya mücadelesinde özel bir yer tutmaktadır. Çünkü bu coğrafya, hem ABD’nin "arka bahçe" olarak tanımladığı hegemonik alanın merkezinde yer almakta hem de alternatif siyasal ve ekonomik modellerin geniş halk desteğiyle denendiği bir mücadele alanı oluşturmaktadır.
Bunların yanı sıra, Venezuela’nın 300 milyar varili aşan petrol rezervine sahip olması, ABD emperyalizminin iştahını kabartmaktadır. Ancak, Hugo Chávez döneminden itibaren kurulan Bolivarcı hükümetler, ABD güdümlü neoliberal düzene alternatif oluşturma iddiasıyla halkçı politikalar izlemektedir. Venzeelle kamulaştırma politikaları, sağlık, eğitim, barınma ve temel gıda gibi alanlarda uygulanan sosyal kalkınma programları ile neoliberal küresel ekonomi politikalarına meydan okumaya çalışmıştır. Bu model, çok uluslu enerji şirketlerinin çıkarlarına tehdit oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda Venezuela’yı ABD güdümünden bağımsız bir çizgiye yöneltmiştir. Tüm bunlar, sömürgeci ABD’nin Venezuela’ya karşı düşmanca politika izlemesine özel bir ivme kazandırmıştır.
Trump yönetimi, 2025 yılında bu düşmanlığı açık bir askeri işgal tehdidi boyutuna taşıdı. Ağustos ayı sonunda ABD savaş aygıtı, Güney Karayipler’de Venezuela açıklarında büyük çaplı bir askeri yığınak başlattı. Güdümlü füze taşıyan üç savaş gemisi, bir nükleer denizaltı ve 2 bin Deniz Piyadesi taşıyan üç amfibi hücum gemisi bölgeye gönderildi. Bu saldırgan/provokatif adım, kamuoyuna “uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele” kisvesi altında sunulmaya çalışıldı. Ancak bu tür kirli propaganda, emperyalist işgal saldırılarını meşrulaştırmak için sıkça kullanılan bir yöntemdir. Bu sahte gerekçelere güya inandırıcılık kazandırmaya çalışan ABD, Venezuela’ya ait olduğu iddia edilen küçük bir gemiyi vurmuş, saldırıda 11 kişi hayatını kaybetmiştir. Hem Beyaz Saray hem Pentagon bu saldırıyı övünerek duyurmuş, benzer operasyonların süreceğini ilan etmiştir.
Amerikan tehditlerine maruz kalan Venezuela hükümeti hızlı ve kapsamlı bir karşı seferberlik başlattı. Başkan Nicolas Maduro’nun çağrısıyla 4 milyondan fazla kişi gönüllü milis gücüne katıldı. Bu bağlamda Kolombiya sınırına askeri birlikler konuşlandırıldı. Kıyı şeridinde insansız hava araçları ve savaş gemileriyle devriyeler artırıldı. 4 Eylül 2025’te Venezuela Hava Kuvvetleri’ne ait iki F-16 savaş uçağı, ABD’ye ait USS Jason Dunham destroyerine yakın uçuş gerçekleştirdi. Bu eylem, ABD tarafından “provokasyon” olarak nitelendirildi. Oysa gerçek provokasyonun, Venezuela kıyılarına savaş gemileri ve nükleer denizaltı konuşlandıran emperyalist ABD tarafından yapıldığını herkes görüyor.
ABD’nin kirli-kara propagandası ve gerilimi tırmandırması
Trump yönetimi, Venezuela Devlet Başkanı Maduro’yu “narko-terörist” ilan etmiş, başına 50 milyon dolarlık ödül koymuştu. Yalana dayalı bu politika, Venezuela’yı hem uluslararası alanda gayrimeşru göstermek hem de askeri bir saldırının zeminini oluşturmak amacıyla kullanılmaktadır. ABD’nin Venezuela’ya dönük kuşatması yalnızca askeri alanı değil, yanı sıra ekonomik abluka, medya manipülasyonu ve diplomatik izolasyonu da kapsamaktadır. 2002’deki Chavez karşıtı askeri darbe girişiminin, CIA destekli yapılarla doğrudan bağlantılı olarak yapıldığı belgelenmişti. Ancak darbe, halkın kitlesel direnişiyle üç günde püskürtülmüştü. Emperyalist saldırganlığa karşı bugün de Maduro liderliğinde yürütülen #YoMeAlisto (Ben hazırım) kampanyası benzer bir halk seferberliğinin daha örgütlü halini ifade etmektedir. Venezuela halkı, ilerici-demokratik kazanımlarına sahip çıkmakta, ABD’nin emperyalist saldırganlığına karşı direnme yolunu tutmaktadır.
“Uluslararası hukuk”, “devletlerin egemenliği”, “toprak bütünlüğüne saygı” ve “halkların kendi kaderini tayin hakkı” üzerine ikiyüzlüce konuşmayı alışkanlık edinen ABD emperyalizmi, askeri tehditleri, saldırgan politikaları, darbe girişimleri ve doğrudan askeri müdahaleleri ile bu hükümleri küstahça ve kabaca ihlal etmektedir. Buna rağmen “uluslararası toplum” büyük ölçüde sessiz kalmakta, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ise ABD’nin veto hakkı nedeniyle işlevsizleşmektedir.
Bu tablo, uluslararası hukuk sisteminin, özellikle emperyalist merkezlerin çıkarlarını koruyan yapısını bir kez daha gözler önüne sermektedir. Venezuela örneğinde olduğu gibi ABD, kendi egemenliğini kabul etmeyen ülkelere her türlü keyfi saldırıyı pervazca yapabilmektedir.
ABD’nin Venezuela’ya yönelik düşmanlığı, aynı zamanda tüm Latin Amerika’ya verilmiş bir mesajdır. Bu, ilerici ve demokratik toplumsal hareketlerle, kıtadaki "bağımsızlıkçı" ve halkçı politika izleyen hükümetlere yönelik bir tehdittir. Kıtada saldırganlık ve darbeler tezgahlamak gibi yöntemler, ABD’nin değişmez davranış biçimidir. Bu politika, yalnızca bir ülkenin doğal kaynaklarını hedef almakla kalmaz, halkların iradesini, kendi kaderini tayin hakkını ve alternatif siyasal modellerin varlığını da tehdit etmektedir.
Latin Amerika halkları, ABD emperyalizminin saldırganlığına karşı onlarca yıldır güçlü bir direniş hattı oluşturmuştur. Bu derin direniş geleneğinden güç alan Venezuela işçi ve emekçileri, Amerikan saldırganlığına boyun eğmeyecektir.