“Bir daha asla” denmişti!

Hiroşima’dan Gazze’ye…

Tarihin en karanlık yapraklarından biriydi, 6 Ağustos 1945. Tarih tekerrür ediyor adeta. İnsanlık, şimdi de karanlık zamanlardan geçiyor…

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 06 Ağustos 2025
  • saat-icon
  • 08:00

En karanlık zamanlar, sustuğumuz zamanlardır”

Martin Luther King Jr.

6 Ağustos 1945. İnsanlık, tarihinin en ağır günlerinden birini yaşıyordu. Hiroşima'ya atılan atom bombasıyla sadece bir şehir değil, vicdanın kendisi de buharlaştı. O günden bugüne geçen onlarca yılda, “organize kötülük” sadece kabuk değiştirdi olsa olsa. Halbuki “Bir daha asla” denmişti. Ama bugün başka bir coğrafyada, Gazze’de, aynı organize kötülük tekrar sahnede. 

Bir sabah gökyüzü kararınca herkes saate baktı. Oysa saat durmuştu. Takvimler 6 Ağustos 1945’i gösterirken, Japonya’nın Hiroşima şehri gökyüzünden bırakılan bir Atom bombasıyla buharlaştı. Ardından Nagazaki. Şehirler yok oldu, insanlar kağıt gibi eridi, külleri savruldu, zaman yarıldı.

Bombayı atma kararı, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Harry Truman’a aitti. Yıllar sonra Oxford Üniversitesi, bu kişiye "barışa katkılarından dolayı" fahri doktora unvanı verdi. Yitirilen vicdanın yerine, alkışlar ve seremoniler konuldu. Dünya bu paradoksu çabuk unuttu. Hiroşima'da yitirilen hayatlar havada asılı kaldı. Kararı veren Truman, “daha fazla Amerikalının ölmesini önlemek” gerekçesine sığındı. Masum milyonların ölümü, bir savaş taktiğinin “yan ürünü” hâline getirildi. Bu kırılma, yalnızca Hiroşima’yla sınırlı kalmadı. Kan ve gözyaşı, 20. yüzyıla damgasını vurdu; acı, 21. yüzyıla da sıçradı.

Bugün ise bambaşka bir coğrafyada, Gazze’de, emperyalist vahşet kendini yeniden gösteriyor. Ve zaman yine duruyor. Vicdanlar yine susuyor.

Sabahları patlamalar, geceleri ambulans sirenleri…Bombalar, açlık, enkazlar, sessiz çığlıklar…

Bir annenin gözleri bombayla uyandığında, Hiroşima'daki bir başka annenin gözleriyle birleşiyor. Arada yetmiş dokuz yıl var. Ama acı aynı acı vahşet aynı vahşet.

Şimdi Gazze’de yaşananlar, örgütlü kötülüğün ve barbarlığın hâlâ sürdüğünü açıkça ilan ediyor.

“Kayıtsız şartsız teslim” dayatmasıyla beslenen o sömürgeci, köhne zihniyet; bugün aynı niyetle Filistin halkına boyun eğdirmek istiyor. Tıpkı Truman’ın bir halkı toptan cezalandırması gibi, Gazze’de de tüm bir nüfus düşman ilan edilerek adım adım yok ediliyor.

Filistin, yarım yüzyıldan fazladır adeta bir laboratuvar gibi işliyor: Her yeni silah, her yeni doktrin, her yeni zehirli medya dili, önce orada test ediliyor, sonra pazarlanıp dünyaya yayılıyor.

Bu bir savaş değil; bu, insanlığa dair en temel sınav. Ve Gazze’ de yıkılan her bir binanın altında insanlığın onuru ve değerleri yatıyor.

Truman’ın kararını “kaçınılmaz” bulanlar, bugün de “meşru müdafaa” gerekçeleriyle alkışlarla destek veriyor bu kıyıma. Sessiz kalanları ise suç ortağı oluyor yaşananlara. 

Belki yarın ya da yarından önce, Oxford benzeri bir “bilim merkezi” Netanyahu’ya “barışa üstün katkılarından dolayı” bir nişan takar. Akademiler, felsefe kürsüleri, ödül komiteleri hepsi aynı ağızla konuşuyor. “Ama onlar da…” Cümle yarım kalıyor, çünkü vicdan da yarım.

Oxford, Truman’ı ödüllendirirken yalnızca bir adamı değil, onun temsil ettiği çağın ahlakını da “kutsadı”. “Birilerinin yaşaması için birilerinin ölmesi gerekebilir”, aynı zihniyet bugün Filistinlilere, Sudanlılara, Suriyelilere, Kürtlere, göçmenlere yöneliyor. Hepsini tek bir kelimeyle karşılıyorlar: “Onlar ölebilir!” Ne için? Bir avuç mutlu azınlık yaşasın ve onların köhne düzeni sürsün diye.

Peki, bu acıların hesabını tarihe mi bırakalım? Her seferinde adaleti zamana havale etmek, vicdanı ertelemek, yeni bir suç değil midir? Eğer hesap da tarihe yani mahşere kalırsa, daha çok Hiroşimalar, daha çok Gazzeler yaşanır. Eskilerin külleri henüz dağılmamışken, yenilerinin enkazı eklenir göğe.

Çünkü suskunlukla örtülen her cinayet, bir sonrakine davetiye çıkarır. Görmezden gelinen her ölü bebek, insanlığın alnında silinmeyen bir leke olur. Ve eğer ahlak burada, bu anda savunulmazsa; mahşer bile geç kalabilir.

Ahlak artık bir üniversite kürsüsünde değil; bir ambulansın bagajında konuşuyor. Bir annenin çığlığı, felsefenin tüm kitaplarını sarsıyor.

Çünkü o annenin sesi, artık görünmeyeni görünür kılıyor; saklanan bütün gerçekleri açığa çıkarıyor. Filistin de bir katliam yaşanıyor tıpkı Hiroşima ve Nagazaki de olduğu gibi ve insanlık buna susuyor.

Şimdi sormalıyız: Bir bombayla milyonların hayatına son veren bir lideri "barış için" ödüllendirenler, Gazze’de binlerce çocuğun ölümünü hangi madalya ile “taltif” edecekler? Hangi kelime, hangi argüman, hangi tez o bebeğin donmuş gözlerinden daha ikna edici olabilir?

Tarihin en karanlık yapraklarından biriydi, 6 Ağustos 1945. Tarih tekerrür ediyor adeta. İnsanlık, şimdi de karanlık zamanlardan geçiyor… 

Belki durduramayız hemen. Ama en azından, öldürülene bakarken sessiz kalmayarak ve bir adım atarak başlayabiliriz durdurmaya. Direniş sürmeli, kötülüğe ve vahşete olan isyan yaşamalı Gerçek söylenmeye devam edilmeli

Netanyahu, Nobel Barış Ödülü’nün Trump’a verilmesini önermiş. Belki Trump da yakında onu aday gösterir.

Pervasızlığın bu kadarı karşısında insanlığın ar damarı çatlamakla kalmamalı, infilak etmeli…