Kadına yönelik şiddetin iki boyutu

Köklü bir çözüme giden yolu açabilmek ise ancak bu sorunları yeniden üreten kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurma mücadelesiyle mümkündür. Bizlerin yeri bu mücadelenin en ön safıdır.

  • Mücadele postası
  • |
  • Kadın
  • |
  • 01 Ekim 2025
  • saat-icon
  • 08:00
ikon

Geçtiğimiz günlerde 15 yaşındaki Hilal Özdemir, Boğaziçi Üniversitesi’nde katledildi. Haber siteleri önce sevgilisi tarafından öldürüldüğünü yazdı, ancak öğrendik ki Hilal aslında istismarcısı tarafından öldürülmüş bir çocuktu. Daha sonra aynı siteler, bazı fotoğrafları kullanarak algı operasyonuna başladılar.

Bu hafta, hakkında üç kez uzaklaştırma kararı bulunan ve dördüncü kararın alınması için başvuru yapılan Atilla Ayıntaplı, Eser Karaca’yı çalıştığı hastanede, herkesin gözü önünde silahla katletti. İnsan, düşünüyor: Nasıl bu kadar pervasız olabiliyorlar? Hastanelerde, kampüslerde bunu yaparken hiç mi korkmuyorlar?

Görüyoruz ki korkmuyorlar, çünkü bir takım elbise giyip, pişmanım deyince kısa bir süre hapis yatıp sonra hayatlarına kaldıkları yerden devam edebiliyorlar.

***

2025’in ilk altı ayında 136 kadın cinayeti, 145 de şüpheli ölüm kayıtlara geçti. Ağustos ayında 29 kadın cinayeti işlendi, 28 “şüpheli ölüm” yaşandı. Kadınların çoğu, en güvende olmaları gereken mekanlarda evlerinde, iş yerlerinde, kampüslerde katlediliyor. Faillerin büyük kısmı eş, sevgili veya aile bireylerinden oluşuyor.

Bu sorunun giderek derinleşmesinden birinci derecede sorumlu olan Saray rejimi, tam da bu noktada 2025’i “Aile Yılı” ilan ediyor. Aile kavramı, iktidarın kadını baskılama ve kontrol altında tutma politikalarının temel bir aracı olarak kullanılıyor.

Yasaların yetersizliği bir yana, kolluk kuvvetleri ve yargının kadın katillerine gösterdiği “ihtimam” da çabası. Kadınların yaptığı koruma başvurularının çoğu reddediliyor. Şüpheli ölümler Gülistan Doku ve Rojin Kabaiş örneklerinde göründüğü gibi belirsizlik içinde bırakılıyor, gerekli araştırmalar yapılmadan, sorumlular bulunmadan dosyalar kapatılıyor.

Kadını öldüren, aşağılayan, baskılayan zihniyet sadece sokakta değil, iş yerlerinde de karşımıza çıkıyor. Mobbing, taciz, hak gaspları, ücret eşitsizliği, vb… Bunların hepsi aynı zihniyetin ürünleri. İş yerinde tuvalete kaç kere gittiğimiz, suratımızın asık olması, giyim tarzımız, fiziksel özelliklerimiz üzerinden alay edilip aşağılanabiliyor ya da hesap sorulabiliyoruz. Evde de çoğu kez durum değişmiyor. Ev yaşantısının sırtımıza yıkılan sorumlulukları ve aile baskısı hayatımızı kontrol altına alıyor.

Bütün bunların temelinde kapitalist sömürü düzeninin kendi çıkarları doğrultusunda ataerkil yapı ve değer yargılarını yeniden üretmesi ve bundan kendi sefil çıkarları için faydalanması yatıyor. Kadınlara yönelik baskı ve şiddet bu değer yargılarının ürünü olarak normalleştiriliyor. Siyasal ve toplumsal gericiliğin kadın üzerinde kurduğu baskı sermaye sınıfın genel ve dönemsel çıkarlarıyla örtüşüyor.

Örneğin doğum oranlarındaki düşüş sermaye sınıfını kaygılandırdıkça, iktidar doğum oranlarını artırmak için teşvik politikalarına ve "Aile Yılı" gibi propagandalara başvuruyor. Bu politikalar bir yandan kadınları daha fazla eve hapsederken, diğer yandan kadın emeğini daha ucuz ve güvencesiz hâle getiriyor. Böylece, hem kadının üzerindeki ev içi yük artıyor, hem de kadınlar düşük ücretli, yarı zamanlı çalışanlara dönüştürülüyor. Bu şekilde, sermaye bir yandan maliyetleri düşürürken öte yandan ucuz iş gücünü nüfus artışı yoluyla güvence altına alıyor. Kadınlara özgürlük alanı olarak sunulan "esnek çalışma" ve "yarı zamanlı iş" uygulamaları da bu sürece hizmet ediyor. Zaten düşük olan ücretler, bu uygulamalarla daha da aşağılara çekildiğinde, kadınlar eşlerine daha fazla bağımlı hale geliyor… Eşitsizlik derinleşiyor. Kapitalist sömürü ataerkil yapıdan ataerkil yapı gerisin geri kapitalist sömürüden besleniyor.

Kadına yönelik baskı ve şiddetin artması bu düzenin işlemesini kolaylaştırıyor. Kadın evde şiddete boyun eğdiğinde, işyerinde tacize ve mobbinge ses çıkaramadığında sermaye kârını büyütüyor, toplumsal gericilik ise hegemonyasını güçlendiriyor.

Bu yüzden kadınların hayatını tehdit eden şiddet sadece failin davranışı ile açıklanamaz. Mutlak bir gereklilik olsa da failin cezalandırılmasıyla aşılamaz. Bunun altında binlerce yıllık ataerkil değer yargıları ve bu değer yargılarını kendi sefil çıkarları için yeniden üreten sermaye düzeni yatmaktadır. Devletin bu konudaki “ihmalkarlığı” kayıtsızlıktan değil tamda bu kurulu düzenin koruyucusu olmasından gelmektedir. Uzaklaştırma kararlarının uygulanmaması, şüpheli ölümlerin intihar olarak kayda geçirilip aydınlatılmaması, cinayetlerin cezasız kalması bu misyonun bir sonucudur. Bu düzende kadınların maruz kaldığı her bir şiddet olayında fail kadar devlet ve sermaye de sorumludur.

Biz kadınlar, bize dayatılan bu cendereye mahkûm değiliz. Örgütlülüğümüzü, fiili ve meşru mücadeleyi güçlendirerek saldırılara karşı koyabiliriz. Yaşamımızı hak ve özgürlüklerimizi dişe diş bir mücadeleyle savunabiliriz. Köklü bir çözüme giden yolu açabilmek ise ancak bu sorunları yeniden üreten kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurma mücadelesiyle mümkündür. Bizlerin yeri bu mücadelenin en ön safıdır.

İstanbul’dan bir DGB'li