Türkiye ve Türkiye’yi çevreleyen bölge, siyasal ve toplumsal yaşamın yakın geleceği üzerinde önemli sonuçlar yaratacak gelişmelere sahne oluyor. Ortadoğu’ya yönelik yeni ve kapsamlı emperyalist müdahaleler, İran ve Suriye üzerine yapılan kirli ve kanlı hesaplar, bunlarla da bağlantılı olarak içeride Kürt sorunu çerçevesinde gündeme getirilen “yeni süreç” söz konusu gelişmelerin başında yer alıyor. Tüm bunlara paralel olarak AKP-MHP iktidar bloğu faşist baskı ve zorbalığı tırmandırıyor. Toplumsal mücadele güçlerinin yanı sıra düzen muhalefetini hedef alan saldırılarına aralıksız devam ediyor.
Gerici-faşist rejim, tüm bu cephelerde bir yandan emperyalistlerin ve sermayenin genel çıkarlarına hizmet ederken öte yandan kendi bekasını esas alan ve kalıcılaştırmak istediği faşist tek adam düzeninin önündeki engelleri kaldırmayı amaçlayan kapsamlı bir politika ile hareket ediyor.
“Yeni süreç”ten demokrasi çıkar mı?
Faşist partinin şefi Devlet Bahçeli’nin, 2024 yılının ekim ayında yaptığı çağrıyla gündeme getirilen “yeni süreç”, belirli bir takvim ve plan dahilinde devam ediyor.
Geride kalan 9 aylık dönem, “süreç” kapsamında Kürt hareketinin sermaye devletine verdiği kritik önemde tavizlere sahne oldu. Abdullah Öcalan’ın “Çağrı”sını takiben, ilkin PKK kongre toplayıp kendisini feshettiğini duyurdu. Ardından bir grup PKK gerillası Güney Kürdistan’da silah bıraktı. Tüm bu gelişmeler, Kürt hareketine koşulsuz teslimiyet dayatan ve “pazarlık yok” söylemini diline dolayan Saray rejimi tarafından şimdilik memnuiyetle karşılanmış görünüyor. Tayyip Erdoğan’ın, partisinin Kızılcahamam toplantısında yaptığı konuşma bu memnuniyetin ilk ağızdan itirafı niteliğinde idi.
Erdoğan, aynı konuşma içerisinde “İlk adım olarak TBMM’de bir komisyon kuracak, sürecin yasal ihtiyaçlarını konuşmaya başlayacağız” demiş, devam eden süreçte söz konusu komisyonun kurulması için çalışmalara başlanmıştı. Gelinen aşamada “süreç komisyonu” ilk toplantısını yapmış bulunuyor. Bu noktada şu soruların yanıtı önemli bir yerde duruyor: “Süreç” kapsamında Kürt hareketi tek taraflı tavizler veriyorken, başta İmralı ziyaretleri olmak üzere “süreç diplomasisinin” ayrıntıları bilinmiyorken ve asıl “süreç” devlet bürokrasisi tarafından yürütülüyorken, faşist tek adam rejiminde “incir yaprağı” kadar işlevi kalmayan bir parlamentoda kurulan komisyon ne işe yarayacak? Dahası, Kürt sorunu gibi bölgesel bir mahiyet taşıyan ve farklı dinamiklerin belirleyici olduğu bir konuda, parlamento komisyonu nasıl bir misyon üslenecek?
AKP-MHP iktidar bloğu açısından bu soruların yanıtı açık: “Süreç” politikası çerçevesinde düzen siyasetini dizayn etmek ve düzen muhalefetini önemli ölçüde yedeğine almak! Kürt hareketi ise reformist solu kendi üzerinden Saray rejimine yedekleme tutumuyla maalesef ki benzer bir konumda yer alıyor. Öte yandan, CHP’sinden HÜDA-PAR’ına, TİP’inden EMEP’ine kadar geniş bir yelpazeye sahip olan komisyon, gerici-faşist rejime meşruiyet alanı da açıyor. Öyle ya, komisyonda temsil edilen siyasi yelpaze, Kürt sorunu bağlamında bir tür “toplumsal mutabakat” zeminini ifade ediyor. Komisyon için tercih edilen isim dahi bunu anlatıyor: “Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”
Peki, “süreç”ten ve buna bağlı olarak gündeme gelen kurumsallaşmalardan demokrasi çıkar mı? Böylesi bir beklentiye sahip olanlar ya gerçeklerle bağını tümüyle koparmış ya da Sarayın bahçesinde oyalanmayı kendileri açısından sorun görmüyor olmalılar. Zira, attığı her adımda faşist tek adam diktatörlüğünü kalıcı hale getirmeye çalışan, işçi sınıfı ve emekçilere kölelik koşulları dayatan, toplumsal mücadele güçlerini ve gelinen yerde düzen muhalefetini tümüyle tasfiye etmeyi amaç edinmiş, içeride ve bölgesel ölçekte Kürt halkının kazanımlarını boğmaya yemin etmiş bir rejimden demokrasi beklemenin başka bir izahı olmasa gerek.
Çok değil, son birkaç hafta içerisinde yaşananlar dahi gerici-faşist rejimin demokratik hak ve özgürlükler karşısındaki konumunu yeterince ortaya koymaktadır. Kamu işçilerinin grevinin yasaklanması, CHP’ye yapılan yeni dalga operasyonlar, Rojava üzerinden Kürt hareketi ve Kürt halkını hedef alan tehditler, sokak eylemlerinde estirilen polis terörü vb. olaylar, Erdoğan yönetiminden demokrasi beklemenin celladına boynunu kendiliğinden uzatmaktan farksız olduğunu göstermektedir.
Özetle, Sarayın mutfağında pişirilen yemekten emekçilerin payına demokrasi, mazlum Kürt halkı için ise ulusal hak ve özgürlükler beklemek ham hayaller peşinde koşmaktan ve günün sonunda hayal kırıklığına uğramaktan başkaca bir sonuç doğurmaz.
Siyasal hak ve özgürlükler için mücadeleye!
Dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişimlerin seyri göstermektedir ki, kapitalist sistemi belirleyen çoklu krizler ve çelişkiler keskinleştikçe, sermaye devletleri faşist baskı ve zorbalığı tırmandırıyor, polis devleti uygulamalarını yaygınlaştırıyor, savaş ve saldırganlık politikalarına hız veriyorlar. Tüm bunlar, aynı zamanda sisteme egemen güçlerin bugünden yarına dönük kapsamlı hazırlıkları anlamına da geliyor.
Dolayısıyla işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar kurulu toplumsal düzenden, onu temsil eden rejimlerden; toplamında kapitalist-emperyalist sistemden siyasal hak ve özgürlükler adına bir beklenti içerisine girmemelidir. Tersine, zorlu ve fırtınalı süreçlere dönük kendi hazırlıklarını yapmalı, sosyal, siyasal ve iktisadi talepleri uğruna mücadeleyi büyütmelidirler. Zira, hem işçi sınıfı ve emekçilerin siyasal hak ve özgürlükler alanında, hem de ezilen Kürt halkının ulusal demokratik haklar bağlamında bugüne kadar elde ettikleri kazanımlar baskı ve sömürü düzenine karşı verdikleri mücadelenin ürünüdür. Olduğu kadarıyla bu kazanımları korumak ve yenilerini eklemek de sermaye düzenine karşı verilecek mücadeleyle mümkün olabilir.
“Emperyalist ya da işbirlikçi olsun, burjuvazi hiçbir zaman demokrat değildir. Olduğu ve kurumlaştığı kadarıyla demokrasi hiçbir biçimde onun bir lütfu da değildir. Bunlar ancak zorlu mücadelelerle elde edilmiş kazanımlardır ve her zaman da potansiyel olarak burjuvazinin saldırı hedefleridirler.” (Demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrim - I, EKİM, Sayı: 337, Haziran 2025)