26 Eylül 1999’da Ankara Ulucanlar zindanında on devrimci katledildi. Bu ülkede zindanlar her zaman sınıf mücadelesinin temel bir alanı olmuştur ve Ulucanlar Katliamı yalnızca içerideki tutsakların devrimci iradesini kırmak için değil, dışarıda süregiden sınıf mücadelesini de kontrol altına almak için gerçekleştirilmiştir. Ancak yol açtıkları önemli sonuçlara rağmen ne Ulucanlar Katliamı ne de onu takip eden F tipi, 19 Aralık katliamı süreçleri devrimci iradeyi teslim alabilmiştir.
Bu durumu öncelikle her bir saldırıya canları pahasına direnen devrimci tutsaklara borçluyuz. Sadece Ulucanlar Katliamı’nda yitirdiğimiz devrimciler değil, Erdal Eren’in yaşını aşan cesareti, İbrahim’in ser verip sır vermeyen direngenliği, Denizlerin devrimci iradesi, Mahirlerin direniş kararlılığı… Tüm bu örnekler, bugüne uzanan bir devrimci çizgiyi işaret eder.
Bu çizgi, zindanlardan meydanlara, fabrikalardan üniversitelere kadar hayatın her alanında örgütlü mücadelede ısrar olarak vücut bulur. Ulucanlar ise bu ısrarın kanla yazılmış sayfalarından biridir. Bu sayfayı kapatmak isteyenlere inat, örgütlü mücadeleye devam ediyor ve edeceğiz.
Biz genç devrimciler, Ulucanlar’da ve diğer direnişlerde yitirdiğimiz önderlerimize baktığımızda yalnızca ideallerimiz uğruna gerekirse ölüm pahasına direnmeyi değil; aynı zamanda bir insana bu gücü veren anahtarı, koşullar ne olursa olsun yaşamı örgütlü bir inatla yeniden kurmanın gücünü de buluruz. Ve tekrar tekrar onlardan, yaşamlarından, bunun ayrılmaz bir parçası olan direnişlerinden yeniden öğreniriz.
Habip ve Ümit: “Düşünen neferler, savaşan önderler”
Ulucanlar’da şehit düşen 10 devrimciden ikisi, bizim yoldaşlarımızdı: Habip Gül ve Ümit Altıntaş. Onların isimlerini yalnızca birer şehit olarak değil, yaşayan birer miras olarak anıyoruz. Çünkü Habip ve Ümit, yalnızca ölürken değil, yaşarken de devrimciliğin ne olduğunu bize en doğru biçimde gösterdiler. Onlar, partimizin ifadesiyle “zor dönem devrimcileriydi”…
Yenilgilerin, tasfiyelerin, yılgınlıkların baskın olduğu bir dönemde bilinçli ve inançlı adanmışlığın sarsılmaz temsilcileri oldular. İkisi de partimizin tanımıyla “düşünen önder, savaşan nefer” kadro tipinin en iyi örneklerindendi.
Habip Yoldaş’ın yaşamı, sıradan bir işçinin mücadele içinde gelişip nasıl komünist bir öndere dönüştüğünün sarsıcı hikâyesidir. Ümit Yoldaş’ınki ise gençliğin dinamizmi ve yaratıcılığı ile bilimsel teorinin gücünü partili kimlik içinde harmanlayan genç bir devrimcinin nelere kadir olabileceğini gösteren bir olağandışı bir nitelik taşır.
Habip Yoldaş, defalarca zindanlara düştü, her zaman baş eğdirilemez bir direngenliğin temsilcisi oldu. Yalnızca “cesareti çelikten” bir kadro, her şart ve koşul altında örgütlenmeyi bilen bir faaliyetçi, yoldaşlarına ve emekçi sınıflara yaşamıyla bağlı bir devrimci kadro olmakla yetinmedi. Zar zor yazı yazan, ilkokul mezunu bir insanken mücadelenin ihtiyaçları, partiye ve sınıf mücadelesine duyduğu sorumluluk, onu en kritik teorik sorunlarda bile kalem oynatabilen önder bir kadroya dönüştürdü. Bu düzenin işkence merkezlerinde karşı karşıya kaldığı hiçbir zulüm onun iradesini kıramadı. Her defasında işkenceciler devrimci Habip karşısında yenilgiye uğradı. Onun yaşamı, başlı başına mücadelenin bir manifestosuydu. Yaşamı mücadeleyi, örgütü ciddiye almış, istediği gibi yaşamış ve gerektiği gibi ölmeyi başarmış bir devrimci olarak toprağa düştüğünde Partimizin MK üyesi ve bir sınıf önderi konumuna çoktan ulaşmıştı. Habip Yoldaş, Ulucanlar katliamının ön günlerinde zindanlarda sertleşecek mücadelenin bilinciyle partiye yazdığı mektubunda şöyle demişti: “Biz hazırız. Partinin bayrağına leke sürmeyeceğiz!”
Büyük bir sadelik ama destansı bir direnişle yerine getirilmiş olan bu vaat, biz genç devrimciler için bu hala görevlerimizin tanımını baştan yapan, inanç ve cesaretimizi güçlendiren biçimde kulaklarımızda çınlamaktadır.
Ümit yoldaş ise daha çocukluğundan itibaren bu düzenin sınırlarına aşan bir düşünme tarzına sahipti. Okudukları onu Marksizm ve devrimcilikle buluşturdu. Marksizm ve devrimcilik ise partimizle. Partimiz kurulduğunda en genç MK üyesi olarak görev başındaydı. O da devrimin yolunda neyle karşı karşıya olduğunun, bu yolda partinin yerinin ve bu yerde kendi misyonunun tam olarak bilincindeydi. Bu yüzden kuruluş kongresi kapanış konuşmasında şu sözleri söylemişti:
“Partiyi kazandık! Gerçekte geleceğimizi, gözbebeğimiz gibi korumamız gereken temel bir tarihsel aracı kazandık. Üzerine artık tereddütsüz öleceğimiz bir davayı kazandık. Artık tereddütsüz öleceğiz!”
Ve tereddütsüzce öldüler. Devrimci yaşamı büyük bir tutarlıkla örgütleyenlerin ölümünün de tutarlı bir direnç içermesi şaşırtıcı değildi. Katliamdan sağ çıkanlar, Ümit Yoldaş’ın binlerce askerin katılımı ve her türden silahın kullanımı ile gerçekleşen Ulucanlar saldırısının hemen başında, vurulmadan önce “Püskürtebiliriz” dediğini aktarıyorlar. Bu söz, sadece o saldırıya karşı sarsılmaz bir duruşu değil, en karanlık zamanlarda bile bizi diri tutabilecek bir parolayı da işaret etmektedir. Evet, ne olursa olsun, düşman ne kadar güçlü olursa olsun “püskürtebiliriz”!
On’ların izinde
Ulucanlar’ın üzerinden 26 yıl geçti… Ama biz, şehitlerimizin mirasını en önde taşıyoruz taşımaya devam edeceğiz. Habip ve Ümit… Onlar bizim için gazete kupürlerindeki veya kitap sayfalarındaki birer isim değil; örgütlü yaşamlarıyla, düşünüş tarzlarıyla ve baş eğmez tutumlarıyla bize yol gösteren, bugünün mücadele damarlarında akan canlı birer hafızadır. Bizim için “Devrim şehitleri ölümsüzdür” sözü, boş bir slogan değildir. Onlar, kavgamız, mücadelemiz ve örgütümüz yaşadıkça, her bir pratiğimizde, aldığımız her devrimci kararda, her bir örgütlenme çabamızda, bizimle yaşamaya devam edecekler. Habip’in işçi sınıfından çıkıp önder olmaya kadar uzanan çizgisi, Ümit’in genç bir öğrenciden partinin en genç Merkez Komitesi üyesine dönüşmesi… Bu yaşamlar bizim için “nasıl yaşanır ve nasıl ölünür” sorusuna verilmiş somut yanıtlardır, şaşırdığımızda, yanlışa düştüğümüzde onların ayak izlerini takip ederek devrimin yolunu yeniden bulmamızı sağlarlar.
Bugün çürüyen kapitalizm asgari insanca bir yaşamın bile ancak bu düzenle kavga edilmeden elde edilemeyeceği bir noktaya gelmiş durumda. “Suya sabuna dokunmadan yaşanabilir” sözü, sistemin geldiği bu noktada, sözde özgürlüklerin ve alım gücünün en yüksek olduğu ülkelerde bile bir gerçeklik taşımıyor. Hal böyleyken bizim için örgütlü mücadeleden başka bir seçenek bulunmuyor. Çünkü ancak örgütlülükle geçmişimize verdiğimiz sözü tutabilir, geleceğimizi kazanabilir ve şehitlerimizin mirasını ileriye taşıyabiliriz.
Son olarak belirtmek gerekir ki Habip ve Ümit yoldaşların bize bıraktığı en önemli miraslardan biri yoldaşlarını sevmektir. Yoldaş, sadece aynı dava uğruna yan yana yürüyen insanlara değil, o davayı da sevgiyle örenlere denir. Devrimcilik ise bir yönüyle yeri geldiğinde “üstüne gelen kurşunları paylaşacağın” yoldaşına karşı duyduğun sevgidir. Ve belki de devrimci kimliğin en saf, en yalın hali budur. İşçi sınıfı ve emekçilere karşı duyulan sorumluluğun paylaşımından duyulan ortaklık. Biz genç komünistler onlardan devraldığımız devrim meşalesini koruyacağız, onların kanıyla harlanan devrim ateşi bizim yüreklerimizde kor gibi parlamaya devam edecek! Geçmişe sözümüz var! Ulucanlar şehitlerinin mirasını taşıyacak, devrimci kalma ısrarından vazgeçmeyeceğiz! Ve en sonunda onlardan aldığımız güçle biz kazanacağız.
J. Deniz