Türkiye, F-35, Eurofighter Typhoon ve gerçekler

İşçi sınıfı ve geniş emekçi kitleler, kendilerine sefalet ve ölümden başka bir şey sunmayan bu düzeninin sınıfsal özünü anlamak ve ona karşı örgütlenip mücadele etmek durumundadırlar. Aksi taktirde, hiç ummadıkları bir anda sermaye sınıfının çıkarları için asker postallarının altında can vermek zorunda kalabilirler.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 07 Ağustos 2025
  • saat-icon
  • 08:00

Kapitalizmin dünya çapındaki ekonomik, sosyal ve siyasal krizi giderek derinleşiyor. Bu durum, bir taraftan uluslararası arenada yeni denklemlerin oluşmasına yol açarken, diğer taraftan düzenin açmazlarını giderek daha görünür bir hale getiriyor.

Emperyalist güç dengelerinin yarattığı göreli "barış dönemi" çoktan geride kaldı. Modern çağın ilkel ve en ahlaksız anlayışı olan neo-liberalizm kendi sınırlarına ulaştı. Emperyalist devletler tarafından uzun yıllar boyunca papağan gibi tekrar edilen "barış ve demokrasi dönemi" fiili olarak sona ereli çok oldu.

Emperyalist AB bloğu, aynı anda hem NATO etrafında kümeleniyor hem de siyasi ve ekonomik birliğini askeri bir yapıyla pekiştirmeye çalışıyor. Ortak bir "Avrupa Ordusu" kurma politikası yeniden gündeme geliyor. Ukrayna savaşıyla birlikte şekillenen görece yeni dönemde, faşist partilerin yükselişine saldırgan savaş politikaları, göçmen düşmanlığı, ırkçılık ve benzeri söylemler eşlik ediyor.

Tüm bu gelişmeler dünyanın yeni bir silahlanma ve savaş dönemine girdiğinin açık bir gösteriyor. Üçüncü emperyalist dünya savaşının ayak sesleri duyuluyor.

***

Türkiye, ortaya çıkan yeni siyasi dengelerden ve savaş süreçlerinden muaf değil. Tersine, Türk sermaye devleti bu mücadelelerin içinde yer almak için adeta can atıyor. NATO'nun, insan gücü bakımından ABD'den sonra en büyük ordusuna sahip olması ve stratejik konumu, Türkiyenin uluslararası denge politikalarında önemli bir yer edinmesini sağlıyor. Bu durum sermaye devletinin “bölgesel güç” olma yönündeki hırslarını daha da körüklüyor.

Her ne kadar Kıbrıs Savaşı'ndan sonra, askeri anlamda ABD'ye bağımlılığı azaltmak için Türkiye'nin çeşitli girişimleri olsa da askeri teknoloji ve teçhizat ürünleri çoğunlukla Almanya ve ABD'den satın alınmaya devam ediliyor. Almanya, piyade tüfeği Hk-G3, 214 sınıfı denizaltılar ve Leopard tipi tankların ana sağlayıcısı iken, F-16 savaş uçağı, Zırhlı muharebe araçları (ZMA), Zırhlı personel taşıyıcıları (ZPT), tanklar, kargo uçakları, çeşitli türden firkateynlerin yanı sıra pek çok askeri teçhizat ise ABD’den ithal ediliyor.

Gelinen aşamada, “milli” silah teknolojilerinin geliştirilmesi ve ihraç edilmeye başlanması önemli bir gelişme olarak sunulsa da, yüksek teknoloji alanında dışa bağımlılık hâlâ sürmektedir. Sermaye medyasında sıkça tekrarlanan “yerli ve milli” söylemini bir kenara koyacak olursak, savaş teknolojileri söz konusu olduğunda gerçekten yeni ve özgün sayılabilecek çok az şey bulunmaktadır.

Bunu birkaç örnekle açıklayabiliriz: "Atak" helikopteri, İtalyan AgustaWestland firmasının ürettiği A129 Mangusta helikopterinin kopyalanması ve bazı iç sistemlerinin değiştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. "Altay" tankı ise, Güney Koreli Hyundai Rotem firmasının ürettiği K2 Black Panther'in neredeyse birebir kopyası niteliğindedir.

Lisanslı üretim veya teknoloji ihracatı ile geliştirilen pek çok ürün kalemi olsa da belli başlı yüksek teknoloji ürünleri hala emperyalist tekellerin elinde bulunuyor. ABD yüksek teknoloji ürünlerinin paylaşımı konusunda oldukça ketum bir tavır gösterebiliyor ve bunu psikolojik üstünlük avantajına dönüştürüyor. Bu avantaj savaş alanlarında önemli bir rol oynuyor. Atom bombası, nükleer başlıklı füze, uçak gemileri vb. bunun önemli birer örneğidir. Fakat yine de ABD'nin rakipleri Rusya, Çin başta olmak üzere pek çok ülke bu silahlara sahip oldu. Bu ise yeni çatışma alanlarını körükleyen önemli etkenlerden biridir.

***

Avrupa’da silahlanma ve militarizm politikaları güç kazanıyor. NATO, yıllık bütçesini artırarak saldırgan politikalar izliyor. F-35 projesi de bu politikanın bir ürünü olarak geliştirildi. Başlangıçta Türkiye'nin de çeşitli şirketler aracılığıyla “üretim sürecinde” yer aldığı F-35 savaş uçağı, bugün pek çok Avrupa ülkesinin yanı sıra İsrail'in de envanterinde bulunuyor.

Türkiye, Aselsan, Havelsan ve Tübitak gibi şirketler ile uçağın gövde aksanları üretimini sağlıyordu. Bu durum Türkiye'nin sadece alıcı konumunda değil aynı zamanda “üretici” konumunda olduğunun göstergesi sayılıyordu. Fakat Rusya'dan S-400 füzeleri alınınca ABD'nin ambargosu ile karşılaşıldı. Ambargonun kaldırılması için çeşitli güvenceler sunulsa da ABD geri adım atmadı. Çünkü S-400 gibi yüksek teknoloji radarlara sahip olan bir füze sisteminin, NATO radarları için tehlikeli olacağını iddia ediyorlardı. Bu, ABD'nin, Türkiye ve Rusya arasındaki askeri ilişkileri baltalamak için aldığı bir tutum olarak yorumlandı.

Türkiye F-35 projesinden atıldıktan sonra, elinde bulunan F-16 filosunu daha da güçlendirmek istiyordu. Fakat, ABD F-16 satışına da ambargo koyunca, anlık ihtiyacın giderilmesi açısından yeni alternatifler aranmaya başlandı. Eurofighter Typhoon uçağı alımı bu sürecin ardından gündeme geldi.

Eurofighter Typhoon uçağı İngiltere, İspanya, Almanya ve İtalya'nın ortaklaşa ürettiği 4.5 nesil çok yönlü savaş uçağıdır. F-35'e nazaran daha düşük teknoloji ürünü olsa da F-16'dan daha gelişmiş bir uçaktır. Türkiye "yerli ve milli" olan kendi uçağını üretene kadar silahlanma ve militarizm histerisini bu adımla güçlendirmek istiyordu. Ve nihayetinde İngiltere'nin elindeki Eurofighter Typhoon'ların uzun pazarlıklar ardından satın alındığı kamuoyuna duyurulmuş oldu.

Gerçek düşman içimizde

İngiltere üzerinden alınan bu uçakların bu kadar gündem olması neyin ihtiyacı olabilir? Ülke güvenliğimi? Bölgesel güç olmak mı? İç ve dış düşmanlara gözdağı vermek mi? Yoksa siyasi propaganda yapmak mı?.. Sorular uzayıp gitse de cevaplar çoğu zaman aynıdır. Tabii konuyu doğru açıdan ele almak ve doğru soruyu sormaktır önemli olan.

Herhangi bir savaşa doğrudan dahil olunmasa bile, savaş ekonomisine geçiş, sermaye sınıfı için yeni kâr ve rant alanları anlamına gelir. Özellikle silah, inşaat ve ilaç şirketlerinin iştahı bu süreçte kabarmaktadır. Nitekim, emperyalist/siyonist güçler tarafından fitili ateşlenen tüm savaşlara dahil olmaya çalışan Türk sermaye devleti, Ortadoğu halklarına karşı sömürgecilerin safında yer alarak yağmadan pay almaya çalışmaktadır. Suriye’nin cihatçı terör örgütlerine teslim edilmesinde 'başrol'ü üstlenmesi de aynı zamanda bu politikanın bir sonucudur.

Yağmadan pay almak uğruna on binlerce cihatçıya yıllardır maaş verenler, ülke içinde milyonlarca işçiyi açlık sınırının altında bir ücrete mahkûm ettiler. Emekçiler, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı karşısında eziliyor; nitelikli sağlık ve eğitim hizmetlerinden yoksun bırakılarak açlık ve sefalet içinde felakete sürükleniyorlar. İktidarın dümenini elinde tutanlar ise “itibardan tasarruf olmaz” diyerek lüks ve şatafat içinde saltanat sürüyor. Aynı zamanda silahlanma ve militarizme ayırdıkları bütçeyi de her geçen yıl daha da artırıyorlar.

Yalan ve manipülasyon ile gerçeklerin üzeri örtülmek isteniyor. “Büyüyen ekonomi” ve “güçlü Türkiye” yalanları ile toplum kandırılıyor, kitleler uyuşturuluyor. Suni gündemlerle gerçek sorunların üzeri örtülüyor. Bugün uçak alındığı için alkış tutanların bir kısmı sefalet içinde yaşıyor.

Gerçek düşman dışarıda değil, içeridedir. Bu düşman o kadar sinsi ve gaddar ki, kendi çıkarları için yaptığı her şeyi sanki toplumun çıkarlarıymış gibi gösterebiliyor. On binlerce hektar orman yetersiz uçak ve yanlış müdahaleler sonucunda küle dönüşürken, yangın söndürme uçakları değil de savaş uçağı satın alınması bunun en güncel örneklerinden biridir.

İşçi sınıfı ve geniş emekçi kitleler, kendilerine sefalet ve ölümden başka bir şey sunmayan bu düzeninin sınıfsal özünü anlamak ve ona karşı örgütlenip mücadele etmek durumundadırlar. Aksi taktirde, hiç ummadıkları bir anda sermaye sınıfının çıkarları için asker postallarının altında can vermek zorunda kalabilirler.