Fransa’da hükümet krizi aşılamıyor

Önümüzdeki süreçte ya emekçi sınıflar kendi bağımsız yönelimlerini inşa edecek ya da Avrupa, sermayenin ve ırkçı gericiliğin sarmalında daha büyük krizlere sürüklenecek. Bu nedenle Fransa’daki istifa, yalnızca Paris’in değil, tüm Avrupa’nın geleceğini ilgilendiren bir mesele olarak güne damga vuruyor.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 07 Ekim 2025
  • saat-icon
  • 08:53

“Burjuva demokrasisi, halkın dört yılda bir egemen sınıfın hangi kesiminin onu ezeceğini seçmesinden ibarettir.”

Fransa bir kez daha hükümet kriziyle karşı karşıya. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından yalnızca 27 gün önce başbakan olarak atanan Sébastien Lecornu’nun istifası, uzun süredir devam eden hükümet krizinin yeniden alevlenmesine yol açtı. 

9 Eylül’de François Bayrou’nun güvenoyu alamayarak düşmesinin ardından göreve getirilen Lecornu, yeni kabinesini açıkladıktan sadece bir gün sonra görevini bıraktı. Böylece Macron, 2 yıl içinde beşinci kez bir başbakanın istifası ya da düşürülmesiyle yüzleşmiş oldu. Bu tablo, Fransa’da yürütmenin fiilen felç olduğunu, siyasal meşruiyetin ise ciddi biçimde aşındığını gösteriyor.

Lecornu’nun istifası, yalnızca kişisel ya da idari bir tercih değil, derinleşen sistem krizinin yansımasıdır. Kabinesinde bir önceki hükümetten 13 isme yer vermesi, değişim vaadini boşa düşürmüş hem sağ hem sol muhalefetin tepkisini çekmişti. Ulusal Meclis’te hiçbir grubun mutlak çoğunluğa sahip olmaması, bütçe görüşmelerinde yaşanan tıkanma ve toplumsal desteğin erimesi, yeni hükümetin ömrünü başlamadan bitirdi. Lecornu’nun “görevi sürdürebilmek için gerekli koşullar kalmadı” sözleri, aslında Macron yönetiminin genel durumunu tarif ediyor: Ne siyasal uzlaşma üretilebiliyor ne de halkın güveni yeniden tesis edilebiliyor.

Fransa’da yürütme krizi, parlamenter aritmetiğin ötesinde, neo-liberal politikaların toplumsal dokuyu adım adım parçaladığı uzun bir sürecin sonucudur. Macron’un 2017’den bu yana uyguladığı kemer sıkma programları, emeklilik reformu, sosyal harcamalardaki kesintiler ve işsizlik sigortasında yapılan düzenlemeler, toplumsal öfkeyi sürekli besledi. Sarı Yelekliler hareketinden emeklilik grevlerine uzanan direnişler, ülke genelinde derin bir temsil krizini açığa çıkardı. Lecornu’nun göreve gelir gelmez karşılaştığı yüz binlerce kişilik protestolar, bu toplumsal gerilimin hala dinmediğini gösterdi.

Bu kriz, sadece Fransa’ya özgü değil. Avrupa genelinde merkez sermaye partilerinin erimesi, “istikrar” adına yürütülen neo-liberal politikaların artık sürdürülemez hale geldiğini ortaya koyuyor. 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın yakaladığı tarihi yükseliş, kıta siyasetinde dengeleri altüst etti. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi (RN), olası bir seçimde birinci olabilecek güce yaklaştı. Aynı eğilim, Almanya’da AfD’nin yükselişinde, Hollanda’da Wilders’in seçim zaferinde, Belçika’daki koalisyon krizinde ve İtalya’daki popülist dalgada da görülüyor. Yani Fransa’daki hükümet bunalımı, Avrupa’nın bütününe yayılmış yapısal bir çözülmenin parçasıdır. Bu çözülmenin arka planında, sermayenin çıkarlarına hizmet eden kemer sıkma politikalarının emekçi sınıfların yaşam koşullarını ağırlaştırması var. Pandemi sonrası dönemde artan borç yükü ve enerji krizi bahanesiyle emekçilerin sırtına yıkılan maliyetler, toplumun geniş kesimlerini merkez sermaye partilerden adım adım uzaklaştırıyor. Seçimlere katılım oranlarının düşmesi, “temsili demokrasi”nin giderek boş bir kabuğa dönüşmesi, bugün yaşanan istikrarsızlığın doğrudan zeminini oluşturuyor. Fransa’da bir yılda üç başbakanın eskitilmesi, “siyasal beceriksizlikle” açıklanamaz. Bu durum, sistemin kendi iç çelişkilerinin yönetilemez hale geldiğini gösteriyor. 

Macron yönetiminin Avrupa sahnesinde temsil etme iddiasında bulunduğu “stratejik özerklik” politikası da iç krizle birlikte anlamını yitiriyor. ABD ile yapılan yeni ticaret anlaşması, Fransa ve Avrupa Birliği’ni Washington’a daha da bağımlı hale getirdi. “Rusya’ya bağımlılığı sona erdirme” söylemi, enerji ve ham madde alanlarında ABD’ye bağımlılığın kurumsallaşmasını sağladı. Aynı zamanda Filistin’deki soykırım konusunda sergilenen ikiyüzlü tutum, Batı’nın “insan hakları” ve “demokratik değerler” söyleminin içini tamamen boşalttı. Bu dış politika krizleri, içerdeki meşruiyet erozyonunu daha da derinleştiriyor. Avrupa’nın bütününde hem iktisadi hem siyasal düzeyde bir “yönsüzlük” hakim görünüyor.

Fransa’daki son gelişmeler, Avrupa’nın geleceğini de etkileyecek nitelikte. Çünkü bu ülkede yaşananlar, sermayenin neo-liberal merkezli siyasetinin tıkanmasının en bariz örneğini sunuyor. Artık ne teknokrat yönetim biçimleri ne de sağdan ya da soldan koalisyon girişimleri bu krizi aşabiliyor. Lecornu’nun “partilerin mutlak çoğunluk varmış gibi davranması” eleştirisi, burjuva parlamenter düzenin sınırlarını çıplak biçimde ortaya koyuyor. Parlamento içinde uzlaşma arayışları sonuçsuz kalırken, sokaktaki öfke büyüyor. Bu koşullarda, sistem içi rotasyonlarla istikrar sağlanması mümkün görünmüyor. 

Bugün Fransa’da yaşanan hükümet krizi, Avrupa’da yükselen otoriterleşme eğilimiyle iç içe ilerliyor. Meşruiyetini yitiren Macron, istifa edip seçimlere gitmek yerine koltuğa daha da yapışıyor. Macron, kendi siyasal otoritesini korumak için anayasanın 49.3 maddesi gibi olağanüstü yetkileri defalarca kullandı. Ancak bu yöntem, “kriz yönetimi”ni kalıcı hale getirdi: Hükümetler artık krizleri çözmek yerine üretir hale geldi. Bu durum, halkın “siyasal temsile” olan güvenini ciddi şekilde sarsıyor.

Sağ muhalefetin Macron’un görevden alınması çağrıları, sistemin kendi içinden gelen bir çürümenin ifadesi olarak öne çıkıyor. Kısacası Fransa’daki hükümet krizi, Avrupa’daki kapitalist düzenin genel bunalımının derinliğinin bir yansımasıdır. 

Neo-liberal merkez, artık ne “ekonomik büyüme” sağlayabiliyor ne de siyasal istikrar. Toplumsal kutuplaşma derinleştikçe aşırı sağ güçleniyor; ancak bu güçlenme, istikrarı değil, yeni bir otoriterleşme dalgasını getiriyor. Avrupa, kendi iç çelişkilerinin basıncı altında yönsüz bir kıta görünümünde. Fransa’da Lecornu’nun istifası, yalnızca bir hükümetin düşüşü değil, “burjuva demokrasisinin” meşruiyetinin de çöküşüdür. 

Önümüzdeki süreçte ya emekçi sınıflar kendi bağımsız yönelimlerini inşa edecek ya da Avrupa, sermayenin ve ırkçı gericiliğin sarmalında daha büyük krizlere sürüklenecek. Bu nedenle Fransa’daki istifa, yalnızca Paris’in değil, tüm Avrupa’nın geleceğini ilgilendiren bir mesele olarak güne damga vuruyor. 

Burada Rosa Lüxemburg’un “Toplumlar, çözülemeyen çelişkilerini devrimle çözerler; aksi halde çelişkiler, toplumları çürütür” söylemini hatırlamak ve hatırlatmak yerinde olacaktır.