Fransa’da patronların etkisi ve aşırı sağın yükselişi giderek görünür hale geliyor. Büyük patronların sendikası Medef’in yaz üniversitesi, siyasetçiler için adeta bir “iktidar sınavı” niteliğinde. Seçtiğimiz makale bu denklemde kazananın her zaman sağ olduğunu ve aşırı sağ Ulusal Birlik (RN) partisinin patronların gözdesi ve liderlerinin de sermayenin “neoliberal çizgiyle uyumlu uslu öğrencileri” haline geldiğine dikkatleri çekiyor.
Almanya’da emeklilerin yüzde 61’i aylık 1200 avronun altında maaş alıyor. Kadınlar bu konuda daha da dezavantajlı: Düşük ücretli işlerde çalıştıkları, uzun süre evde kaldıkları ve çocuk bakımı nedeniyle iş hayatına dönemedikleri için birçok kadın çok düşük emekli maaşı alıyor veya hiç emekli olamıyor. Hükümet, emekli olanların çalışmaya devam etmesi için vergi kolaylıkları planlıyor.
İngiltere’de bu hafta gündem, Donald Trump’ın yaptığı resmi ziyaretti. Başbakan Keir Starmer’ın Trump’a daveti büyük bir hata olarak yorumlandı. Frances Ryan, Guardian’daki köşe yazısında bu ziyaretin İngiltere’nin derinleşen sorunlarını nasıl görünmez kılmaya çalıştığını, ancak nefret ve bölünmenin Trump’la birlikte gitmeyeceğini vurguladı.
Faşizm, patronların kadim müttefiki
Blast
Fransa
Büyük İşveren Sendikası Medef’in yaz üniversitesi, Fransa siyasetinde önemli bir ritüel haline gelmiş durumda. Bu etkinlik, siyasetçiler için büyük patronlar önünde “iktidar sınavı” gibi işliyor. Katılım neredeyse zorunlu: Solcular, çevreciler ve komünist partililer dahil tüm siyasi aktörler bu buluşmayı atlamıyor. Patronların verdiği onay, medya desteği ve kamuoyunda prestij anlamına geliyor. Buna karşın, sendikalar karşısında benzer bir değerlendirme yok. Devletin yüz binlerce avro ile desteklediği bu etkinlik, yıllar boyunca hep aynı sonucu verdi: kazanan sağ oluyor, üstelik faşizan kanadıyla birlikte aşırı sağ Ulusal Birlik (RN) de patronların gözdesi haline geliyor. Patronların değerlendirmesi, ekonomik programların “sürdürülebilirliğini” ölçme iddiasından uzak, tamamen sermaye çıkarına odaklı bir sınav niteliğinde.
(Irkçı partinin liderlerinden) Bardella, patronlar karşısında neoliberal çizgiye uyumlu bir “uslu öğrenci” rolü oynuyor. Sosyal vaatleri ikinci plana atıyor, emeklilik reformunu sınırlı bir şekilde kabul ediyor ve şirketlerin mali yüklerini hafifletmeye odaklanıyor. Temel gıda ürünlerinde KDV indirimi gibi sosyal öncelikler “daha sonra” vadediliyor. Büyük İşveren Sendikası Medef Başkanı Patrick Martin, Bardella’nın sermaye için tehlikesiz olduğunu görerek onu yakın temas içine alıyor. Bu yaklaşım, Melenchon gibi radikal sol figürlere kıyasla patronlar için çok daha cazip bir seçenek oluşturuyor. Bardella’nın “ekonomik makuliyet” vurgusu, sermaye çevrelerinin beklentilerini tam olarak karşılıyor.
Oysa 2010’ların başında tablo tamamen farklıydı. 2011’de Büyük İşveren Sendikası Medef Başkanı Laurence Parisot, aşırı sağ Ulusal Birlik’in (RN) iktidara gelmesini açıkça “felaket” olarak nitelendirmiş, hem ekonomik amatörlüğünü hem de yabancı düşmanı politikalarını eleştirmişti.
Bugün ise durum tersine dönmüş durumda: Bazı patronlar, televizyon ekranlarından açıkça bir aşırı sağ Ulusal Birlik (RN) hükümetini talep ediyor. Partinin avrodan çıkış ve emeklilik reformunu tamamen iptal etme vaatlerinden vazgeçmesi, iş çevrelerini rahatlatmış durumda. Ayrıca, temel özgürlükleri ve hukuku tehdit eden uygulamalar -çifte vatandaşların haklarının kısıtlanması, kamu yayıncılığının devreden çıkarılması, bağımsız basına yönelik yardımların kesilmesi- patronlar açısından sorun teşkil etmiyor. Bu durum, tarihsel olarak aşırı sağın patronlarla uyumlu hale gelmesinin modern bir örneği olarak öne çıkıyor.
Bu dönüşüm tarihsel bir sürekliliğe işaret ediyor. 1920’lerde Mussolini, sosyalist kökenli vaatlerle sahneye çıkmış, ancak iktidara giden süreçte sağla ittifak yaparak tüm sosyal maddeleri programından çıkarmıştı. Patronların desteğiyle iktidara gelen Mussolini, liberal ekonomi politikalarını uygulamış, grev hakkını kaldırmış ve özelleştirmeleri hızlandırmıştı. Aynı şekilde Hitler de ekonomiyi Nazi kadrolarına değil, finans çevrelerinin güvendiği Liberal Bankacı Hjalmar Schacht’a emanet etmişti.
Faşizm, muhalefetteyken sosyal ve halkçı bir söylemle ortaya çıkarken, iktidara geldiğinde sermaye düzenini sarsmamış; aksine patronların çıkarlarıyla uyumlu hareket etmiştir. Fransa’da aşırı sağ Ulusal Birlik (RN) iktidara gelirse, tarihsel örnekler, bu tablonun tekrar edebileceğini gösteriyor. Patronlar açısından, aşırı sağın sosyal vaatleri ne kadar sembolik olursa olsun, ekonomik ve sermaye politikalarında uyumlu bir partner niteliği taşıması kritik bir avantaj sağlıyor.
Çeviren: Ali Rıza Yıldırım
Ölüm döşeğine kadar sömürü
Ralf Wurzbacher
Junge Welt/Almanya
Koalisyon “aktif emeklilik” konusunda hemfikir. Eleştirmenler bu konsepti pahalı, adaletsiz ve etkisiz olarak nitelendiriyor.
70 yaşında emeklilik mi? Henüz uygulanması zor. Sonuçta, kim hak ettiği emeklilik süresini kısaltmak için ölünceye kadar çalışmak ister ki? Böyle düşünenlerin olduğunu varsayan federal hükümet, doğru teşviklerin sağlanması gerektiğini söylüyor. Onların tarifi: “Aktif emeklilik”. Yasal emeklilik yaşına ulaşan ve çalışmaya devam edenler, gelecekte aylık 2 bin avroya kadar vergiden muaf maaş alacak. Bu, Federal Maliye Bakanı Lars Klingbeil’in (SPD) başlattığı ve başbakanlık ile koordinasyon sürecine sunduğu bir yasa tasarısının önerisi.
Başbakan Friedrich Merz (CDU), salı günü Berlin’de düzenlenen makine üretimi zirvesinde bu konuda temel bir anlaşmaya varıldığını doğruladı. Bu yöntemle “emir ve itaat, baskı ve yasal düzenlemelerden” daha fazlasını başarabileceğinden oldukça emin olduğunu açıkladı. Sihirli formülü “gönüllülük”. Yoksulluk emekliliğinin yaygınlığı göz önüne alındığında, bu oldukça ikiyüzlü bir teklif. Sosyal İşler Bakanlığının geçen hafta açıkladığı rakamlara göre, Almanya’da sekiz milyondan fazla emekli aylık 1000 avronun altında bir gelirle geçinmek zorunda kaldı ve bu eğilim artıyor. Bunlardan kaçının hayatları bu kadar zorlaşmasın diye “gönüllü” olarak daha uzun süre çalışacağı ise henüz belli değil. Yeni düzenlemelerin 1 Ocak 2026’da yürürlüğe girmesi planlanıyor.
“Aktif emeklilik”, zaten iyi maaş alan ve çalışmaya devam eden emekliler için beklenmedik bir kazançtan başka bir şey getirmeyecek” diyor “Emekliliğin Geleceği” girişiminden Reiner Heyse: “İnsanların büyük çoğunluğu fiziksel olarak zorlu bir çalışma hayatından sonra ve önemli kesintilerle emekli olmak istiyor veya buna ihtiyaç duyuyor”.
Alman Emeklilik Sigortası Kurumu’nun (DRV) verilerine göre, yeni emeklilerin yüzde 38’i 2023 yılında emekli oldu ve ortalama yüzde 9.6’lık bir emeklilik kesintisi gerçekleşti. Mevcut emeklilerin yüzde 36’sı, standart emeklilik yaşına ulaşmadan ortalama 32 ay önce emekli oldu. Dolayısıyla iş gücü piyasasından daha erken ayrılma eğilimi ivme kazanıyor. Buna karşılık, Heyse, vergi muafiyetinin “Emeklilerin yalnızca küçük bir yüzdesini ilgilendireceğini” düşünüyor. Bu nedenle Heyse’ye göre, bu kavram esas olarak “Almanların daha uzun süre çalışması gerektiğini ve 70 yaşında emekliliğin kaçınılmaz olduğunu söyleyen bir propaganda” niteliğinde.
Hükümet ortağı Hristiyan Demokrat Birlik CDU Genel Sekreteri Carsten Linnemann ise, söz konusu aracın “Vasıflı işçi açığıyla mücadeleye katkıda bulunduğunu” iddia ediyor. Asgari ücretin yüzde 25’ini geçmediği sürece fazla mesai ücretinin vergiden muaf tutulması planı da bu amaca hizmet etmeyi amaçlıyor. CDU/CSU ve SPD koalisyonu, “aktif emeklilik” teklifinden yılda 25 bin kişinin yararlanmasını bekliyor. Düzenleme başlangıçta yalnızca bağımlı “çalışanlar” için geçerli olacak, serbest çalışanlar veya erken emeklilik durumları için geçerli olmayacak.
Alman Sendikalar Birliğinden (DGB) Anja Piel, tüm bunların milyarlarca dolara mal olacağını, ancak “mevcut sorunların hiçbirini çözemeyeceğini” söyledi. Faydalanacak olanlar ise “Çoğunlukla ofis işlerinde çalışan, iyi emeklilik maaşı ve çalışma koşullarına sahip kişiler.” Piel’e göre, insanların büyük çoğunluğunun emeklilikten sonra çalışmaya devam etmemesinin nedeni sağlık sorunları, çalışma koşulları veya artık ihtiyaç duyulmamaları. Piel’e göre, demografik değişime doğru çözümler şunlar: Yaşa uygun işler ve kadınlar için gönülsüz yarı zamanlı çalışmadan çıkış yolları.
Çeviren: Semra Çelik
Trump gidecek ama İngiltere’nin sorunları kalacak
Frances Ryan
The Guardian/İngiltere
Donald Trump’ın İngiltere’ye yaptığı resmi ziyaretinde sırıtan (Başbakan) Keir Starmer ve üst düzey kraliyet üyeleriyle bir araya geldiğinde, kendimi Daily Mail’in beden dili uzmanına ihtiyaç duyarken buldum.
Starmer’ın el hareketi, Florida’da timsahlarla çevrili hapishanelerde tutulan göçmenler hakkında soru sormak istediğini mi ima ediyordu? Kral Charles’ın dudak şekli, Trump’ı cinsel saldırıyla suçlayan kadınları merak ettiğini mi gösteriyordu?
Protestocular caddeyi doldururken, İngiliz heyet kulaklarını tıkadı ve tüm imkanlarını seferber etti: Yaldızlı bir araba, askeri tören ve sanki rehin tutulduğunu anlatmaya çalışır gibi başını heyecanla yana eğen Dışişleri Bakanı Yvette Cooper…
Elbette Trump’ı etkilemek için pratik bir neden var. Özel ilişkinin sürdürülmesi, Birleşik Krallık’ı çok yüksek gümrük vergilerinden koruduğu için takdir ediliyor, ayrıca son ziyaretin, ABD şirketlerinin 150 milyar sterlinlik yatırımıyla aynı zamana denk geldiği bildiriliyor. Yine de Trump’ın seyahat programının onu Londra’dan uzaklaştırması -orada düzenlenen büyük protestolardan kaçınması- ve parlamentonun tatilde olduğu bir zamanda gerçekleşmesi, (Fısıldayarak söylüyorum) bunların hiçbirinin aslında yolunda olmadığı hissini uyandırıyor.
Gazze’deki korkunç olaylar ya da insanlık dışı göçmen karşıtı politikaların yükselişi olsun; yaşadığımız zamanın normalmiş gibi gösterilmesi gerçekten delirtici. Ya da başka bir deyişle: Bir diplomatik gezinin, Windsor Kalesi’ne yansıtılan, onur konuğunun bir çocuk kaçakçısının yanında durduğu fotoğrafla başlaması, bu gezide bir terslik olduğunu gösterir.
Trump’ın İngiltere’ye yaptığı eşi görülmemiş ikinci devlet ziyareti, özünde gerçekçi siyasetin bir parçasıdır ve bize, ABD’nin başkentindeki polis gücünü ele geçirmekle tehdit eden bir adama, kelimenin tam anlamıyla kırmızı halı muamelesi yapılmasının uygun olduğu söylenmektedir.
Trump’ın, İngiltere’de son on yılların en büyük milliyetçi etkinliğinin gerçekleştiği günlerden sadece birkaç gün sonra ülkede olması, bu tedirginliği daha da hissedilir hale getirdi. Aşırı sağ, Westminster Köprüsü’nü kan gölüne çevirirken ve eleştirel bir şaka yaptığı için gece yarısı TV sunucusunun görevden alınmasını kutlayan ABD Başkanı, devlet ziyaretinde şimdiye kadarki en büyük şeref kıtasını ağırlarken, bir hastalığın yayılmasına izin verildiğini düşünmemek zor.
Trump’a gösterilen ihtişam ve tören, Atlantik’in her iki yakasında da kabul edilemez olanın yaygın olarak kabul edilmesinin özellikle bariz bir örneğidir. ABD’de merhum Hristiyan milliyetçi Charlie Kirk kutsallaştırılırken, burada bir milletvekili, büyük değiştirme teorisini dinleyen kalabalığın “büyük çoğunluğunu” “iyi, sıradan, dürüst insanlar” olarak nitelendiriyor. (Spoiler: Bu kişi Nigel Farage’dı.)
Karşı karşıya olduğumuz kriz, seçilmiş yetkililerimizin bu zorluğun boyutuyla başa çıkmak için şaşırtıcı derecede yetersiz oldukları (Ya da aslında bunu kendileri körüklemekle meşgul oldukları) hissi nedeniyle daha da kötüleşiyor. Hafta sonu, Başbakanın yürüyüşe tepki gösterip göstermeyeceği belirsiz olduğu, sanki Starmer futbol maçına gitmiş ve telefonunu açmayı unutmuş gibi, dikkat çekici bir dönem yaşandı. Sonunda, Downing Street’in hükümetin “Sokaklarda insanların kökenleri veya ten rengi nedeniyle sindirilmesine” müsamaha göstermeyeceğini belirten bir açıklama yayımlaması 24 saat sürdü. Bağlam olarak, bu yanıt hızı James grubunun yanıt hızından daha yavaştı.
Elon Musk’ın (İngiltere’de) parlamentonun feshini talep etmesinden beş gün sonra, hükümet hâlâ resmi amaçlar için X’i kullanıyor. Starmer, salı günü Twitter’da “Biz adil, hoşgörülü ve saygın bir ülkeyiz. Ancak zamanımızın mücadelesindeyiz” diye tweet attı, ancak aşırı sağdan bahsetmekten kaçındı.
Bu yazının yazıldığı sırada, Muhalefet Lideri Kemi Badenoch, Tommy Robinson tarafından düzenlenen yürüyüşe katılan 110 bin kişi hakkında hiçbir tweet atmadı ve medya tarafından sorulduğunda bu konu hakkında konuşmak istemedi. Ancak, yeni LBC programının tanıtımı için zaman buldu.
Gordon Brown’un, “Doğu Avrupa’dan gelen tüm bu insanlar” diye yakındığı bir seçmeni “bağnaz” olarak nitelendirdiği 2010 genel seçimlerini sevgiyle hatırlamadan edemiyorum. Starmer’ın halkı veya başkanları aşağılamaya başlamasını önermiyorum -en azından mikrofon başında!- ya da Brown’un bu durumu iyi idare ettiğini söylemiyorum, ama kendime şu soruyu soruyorum: Liderlerimiz ne zaman bir ırkçıyı ırkçı olarak nitelendirecek? Ve bu durum, onları bu kadar korkutan mevcut siyasi kültür hakkında neyi gösteriyor?
Bu hafta, Trump’ı “Dünya çapında bölücü, aşırı sağcı siyasetin alevlerini körüklemekle” suçlamak, büyük ölçüde İngiltere’nin az sayıdaki üst düzey Müslüman figürlerinden biri ve İslamofobik tehditlerin ana hedefi olan Sadiq Khan’a bırakıldı. Bu durum, görev ihmaline karşı cesaret konusunda sert bir ders niteliğinde.
Nefret ve bölünme, (Trump’ın ABD’ye geri götüren) Air Force One uçağıyla gönderilemez. Uzun, zorlu görüşmeler ve cesur eylemler gerekir. Starmer ve arkadaşlarının bu görevi yerine getirip getiremeyeceği ise bir soru işareti. Kesin olan bir şey var: Bir tehdidi çözmek istiyorsanız, önce ona isim vermelisiniz.
Çeviren: Sarya Tunç
Evrensel / 21.09.25